İyiliğin Dışında Kalmak!
Günlerce bu kelimenin ağırlığından kurtulamadım. Kendimi hiç bu kadar dışarıdan hissetmemiştim. Bana dışarıdansın demişti, senin uzattığın meyveler dışarıdan... Orada öylece dışarıda kalakaldım ben.
Pazara giderim. Özellikle sabah. Kimse henüz hiçbir meyveye dokunmamış, hiçbir maydanozu koklamamışken, pazarın kenarından ne lazımsa usulca alır dönerim. Dünya pazar yerine dönmüş, hayat “almak”tan ibaret olmuş diye çok şeyler yazabilirim şu an buraya. Ama içimden gelmiyor. Belki birazdan yazarım. Az önce bir haber okudum. ‘Terör örgütü kadınları köle gibi satıyor’ diye bir haber. Bir de resim eklemişler, elleri zincirlerle bağlı çarşaflı kadınlar var resimde. Sonra öğreniyorum ki resim Kerbela törenleri esnasında çekilmiş bir fotoğraf. Algılarımı maymuna çeviren bir medya ile güne başlamak. Sonra gidip pazardan semizotu, yoğurt almak, akşama cacık yapmak, sabaha cacık olarak uyanmak. Hayatımdaki cacık döngüsünü size anlatmak isterim desem havalı bir anlatım tarzı olmaz. Şey diyeyim o zaman bu bir paradoksal prezantasyondur… Diyemez miyim? Umurumda değil.
Sevmediğiniz şeyleri ne kadar sevmeyeceğinizi size bırakmaz medya. Ya dibine kadar nefret, ya sonuna kadar aşk. Dramatize eder, abartır, sulandırır. Tek tip insan oluşturma çabası olduğunu bile bile gider oralarda geziniriz. Farkına varmadan savunuruz, ya da karşı çıkarız. Cacık olma sevdası da diyebiliriz buna. Bazı sosyologlar ise “rızanın imalatı” diyorlar.
Medyanın “tek tip” insan oluşturma çabasını anlatırken, o tek tipin içine ne zaman girmeye başladığımı ben de bilmiyorum. Pazardan gelirken bir çocuk, yumruk atar gibi bir kelime kullanarak beni o beğenmediğim “tek tipleştirilmiş” insan kategorisine yuvarlayıverdi. Meseleyi anlatacağım. Ama cacığı biraz daha karıştırmak istiyorum.
Tek tip’in oluşturulabilmesi “öteki”nin korkunçluğuna bağlı uzun zamandır. Öteki olmanın kötülüğü, “üstün insan”ın tanımına bağlı. Üstün insan olmanın tanımı ise kapitalist döngünün performansına ve medya dilinin uzunluğuna bağlı. Bu iç içe geçmiş döngülerin ise bizi eşiğine bırakmak istediği tek bir sonuç var: Harcamayan insan tehlikelidir. Anlamadınız mı? İnanın ben de anlamadım. Ülkemizde fakirin tehlikeli addedildiği bir zaman dilimine ne zaman geldik ben de anlamadım. Öteki fakirdir, fakir tehlikelidir, harcamayan tekin değildir. Bataklık bu. Zenginler fakirleri potansiyel tehlike olarak görüyorlarmış uzun zamandır. “Elimdekinde gözü var, fırsat bulursa elimdekini almak için beni yok edebilir” diye hayıflanıyorlarmış. Geçenlerde kızın biri “fakirler ölsün, Porsche’den selam” diye video paylaşmış. Şekilli, arabalı, janjanlı bir bataklık bu. Minnetsiz, müstağni yaşayanları içine çekmeye çalışan, fakirliği onursuzlukla, zenginliği itibar ile aynı görenlerin imal ettiği bir bataklık.
Hitler’in farklı bir formunu düşünün. Pazarlamacı, cıvık ve daha vahşi olanını. İşte ona kapitalizm diyoruz. Hitler, engellileri, delileri, hastaları toplumdan uzaklaştırmak için öldürüyordu. Avrupalılar 19. yüzyılda elektro şok veya psikiyatri ilaçlarını göçmenler, siyahiler ve fakirler üzerinde deniyordu. Şimdiki sistem ise para harcamayan herkesi “tehlikeli” görmemizi ve ötekileştirmemizi istiyor. Bunu medya eliyle yapıyor üstelik. Öldürmekten beter bir durum bu. Bu bir tecrit. Sonuçlarını ileriki yıllarda daha fazla hissedeceğimiz bir işkence yöntemi.
İnsanların bin bir sorgu ile içeri alındığı siteleri düşünün. Fakirler kıyafetleri eski ve yüzleri soluk diye “suç”un bir unsuru olmaya ne kadar uygunlar değil mi? Şık giyinmezsen sen de onlar gibi görünürsün hafazanallah. Bu tehlikeli görüntüden kurtulmanın yolu ise tek tipleşmek. Fakirlerin olmadığı, porschelerin olduğu bir dünya.
Yordum sizi kusura bakmayın. Lafı yine fazla dolandırdım.
O zaman, asıl konuya geleyim de içimi dökeyim şuraya.
Pazardan gelirken parkın içinde ağacın kenarına oturmuş bir genç gördüm. Kız mı erkek miydi anlamadım. Saçları kısaydı, çok zayıftı, pantolon giymişti. Ama ürkekti de, bilekleri kibardı. Zihinsel engelli gibi de duruyordu. Değil gibi de. Bir poşet açtı ve içindekileri yemeye başladı. Döke saça yedi, döktüklerini toparlayarak yedi. Yanına yaklaştım. Pazar poşetinden (yoğurt ve semizotunu değil tabiî ki, o bizim gibi cacıklar için) birkaç meyve uzattım. İkram etsem kabul eder misin dedim. Hemen toparlandı ayağa kalktı. “Ben dışarıdan bir şey almıyorum” dedi ve uzaklaştı. Yüzüme bile bakmadı. Dışarıdan dedi. Dışarıdan! Dışarıdan bir şey almıyorum.
Günlerce bu kelimenin ağırlığından kurtulamadım. Kendimi hiç bu kadar dışarıdan hissetmemiştim. Bana dışarıdansın demişti, senin uzattığın meyveler dışarıdan... Orada öylece dışarıda kalakaldım ben. Modern insanın “verme” ile imtihanının başka bir boyutu olduğunu o an iliklerime kadar hissettim. Karşıdaki insanı “alma” eyleminden soğutmuş, küstürmüşsek, ötekileştirmişsek nasıl veren el olacaktık. Ya alan el, veren elden üstün olmaya başladıysa Resulullah’ın yüzüne nasıl bakacaktık?
Elimdeki meyveler ile iyiliğin eşiğinde kalakalmıştım.
Sırat’ın üzerinde, meyve küfesi yüzünden hareket edemeyen bir hamal belirdi zihnimde. Elinde kalmış tropikal meyveleri mahşer günü ne yapacağını şaşıran bir karikatür. O kız için Porsche’nin dışında kalmak nasıl bir duygu bilmem ama benim için iyiliğin dışında bir an bile kalmak çok yorucu.
Bir gün bir kelime duyarsınız ve hayatınız boyunca üzerine titrediğiniz tüm kelimeleriniz altına bir tekerlek çekip uçuruma sürer kendini. İşte böyle başı sonu olmayan cümleler belirir zihninizde.
Dışarıdan yazdım bugün, siz GENÇlerin içeride olduğunuzu tüm kalbimle umarak…
Ayşegül Genç'ın Yazısı.