Frankeştayn Menüsü
Bilgehan Eren
-Derin Dünya İmparatorluğunun Görünmeyen Silahı 2-
“Petrolü kontrol edersen, milletleri kontrol edersin!
Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin!’’
Bu söz, 1970’li yıllar boyunca Amerikan elitinin menfaatine hizmet eden, ABD’de doğmadığı için başkan olamayan, ancak başta ABD olmak üzere dünyanın dinamiklerini değiştirmek konusunda başkandan bile etkili olan, Yahudi kökenli Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’a ait.
Global yiyeceği kontrol etme planı ilk kez 1929 Ekonomik Buhranı’yla ortaya çıkmış, sonrasında ise bugün de isimlerini bildiğimiz bazı ailelerin (Rockefeller ailesi gibi), servetlerini korumak amacıyla kurdukları vakıfların yardımı ile de desteklenmiştir. Bu planın -günümüz için- en müşahhaslaşmış hâli de kısaca GDO dediğimiz, “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar”dır.
GDO; bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, yahut ona kendi tabiatında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen organizmalardır. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı, bir çeşit kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemi olup, genetik mühendisleri tarafından uygulanır. Aktarılacak gen, önce bulunduğu canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır, sonra da “vektör” adı verilen taşıyıcı virüs ile bu gen DNA molekülüne yapıştırılır. “Frankeştayn Gıda” olarak da nitelenen GDO’lar, bugün kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor.
Canlılar üzerinde yapılan bu değişiklikler; canlı sağlığı, biyolojik çeşitlilik (tür zenginliği), ekolojik dengenin bozulması, ekonomik bağımlılık, canlıların hayat hakkının elinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanınması açısından önemli riskler oluşturmuş, kısacası, hayatın filizi olan tohumlar, hayatımızı tehdit eden bir faktör hâline gelmiştir.
BUGÜNLERE NASIL GELİNDİ?
Biyoteknoloji (biyolojik mühendislik) ile hayat biçimlerinin özelliklerinin değiştirilmesi ilk olarak 1970’lerde Amerikan laboratuarlarında başladı. Bu dönemde hükümette bu konunun kilit ismi -sonradan ABD başkanı da seçilecek olan, eski CIA başkanı- George Bush (baba Bush) idi. Bu konuya el atmış ilk şirket olan Monsanto’yu da daha sonra sahnede çok kereler görmek mümkün olacaktı. 1980’li yılların başında pek çok şirket bu sektöre hücum etti. Nitekim o yıllarda bu ürünlerin üretimi, satışı ve riskleri konusunda herhangi bir kanunî düzenleme yoktu ve girişimci şirketler bu düzensizliğin devam etmesini istiyordu. 1988 yılında Bush’un başkan olmasıyla birlikte Monsanto ve büyük GDO şirketlerine yeni serbestlikler ve teşvikler tanındı. Bununla da yetinmeyen Bush, 1992 yılında “Yeni Biyoteknolojik Yiyecek Politikası”nı halka duyurarak bu şirketlerin önünü tamamen açmış oldu. Bu politikaya göre, GDO’lu yiyecekler denetim açısından diğer ürünlerle aynı kısıtlamalara sahip olacak ve GDO’lu ürünler için başka denetleme getirilmeyecekti. Böylece Pandora’nın kutusu açılmış oldu. Sözde denetim için dört Amerikan kuruluşuna da muğlâk sorumluluklar verildi ve nitekim bu kuruluşlardan birinin (Ulusal Gıda ve İlaç İdaresi - FDA) GDO’lu ürünler için belirttiği “çekince” dikkate bile alınmadı.
Piyasaya sürülen büyük ölçekli ilk GDO, “büyükbaş hayvan büyüme hormonu” içeren süttü. Bu sütün elde edilmesi için hayvanlara düzenli olarak bir ilaç veriliyor ve bunun sonucunda % 30 daha fazla süt elde ediliyordu. İlk zamanlar zaten ekonomik darlıkta olan çiftçiler için karşı konulamaz gibi görünen bu çözüm, uygulamanın ikinci yılından itibaren enfeksiyon nedeniyle yürüyememe baş gösterince, yerini çözümsüzlüğe bırakmış oldu. Ürünün sahibi olan Monsanto’nun, ürünü aklamak için resmî kurumlar çerçevesinde gösterdiği lobi faaliyetlerini dikkatle incelediğimizde, bugün pek çok gıdanın ve ilacın iznini veren Amerikan kurumlarının ne kadar güvenilebilir olduğunu da düşünmekte fayda var.
BİLİMİN ÜZERİNDEKİ DEMOKLES KILICI
GDO’lar hakkında yapılmış ilk tarafsız ilmî araştırma, bize aynı zamanda, ilmî çalışmaların hangi şartlarda ‘bağımsız’ olabildiğini anlatmaktadır.
GDO’lar konusundaki ilk tarafsız ilmî çalışmayı 35 yıllık tecrübeye sahip İskoç bilim insanı Dr. Arpad Pusztai yapmıştır. Bitkilerin genetik değişimi konusunda dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan Pusztai’nin çalıştığı kurum yâni “Rowett Research Institute”, hükümet destekli bir kuruluştu.
İskoçya Tarım Ofisi, “Rowett Research Institute”tan, GDO’lu bitkiler ülkede henüz yaygınlaşmadan önce ürünleri denetleyebilecekleri ilmî test metodları geliştirmesini istedi. Bunun üzerine Pusztai, genetiği değiştirilmiş patatesler ile deney farelerini beslemeye başladı ve 110 gün sonra bu farelerde bir farklılık olduğunu saptadı ki, en tehlikeli farklılık, farelerin bağışıklık sistemlerinin zayıflamasıydı.
Pusztai genetiği değiştirilmiş patateslerin kötü etkilerinin yavaş gözlendiğini ve mecbur kalmadıkça genetiği değiştirilmiş gıdaları kesinlikle tüketmeyeceğini açıkladı. Bir anda tüm dünya bu sansasyonel açıklamayı tartışır oldu. Pusztai’nin patronu, ilk başta, büyük bir özenle yapılmış bu araştırmayı tebrik etti, hatta bununla kalmayıp sonuçları basına dağıttı. Ancak 48 saat içinde bu destek birden kayboldu ve 68 yaşındaki Pusztai işten atıldı. Ayrıca türlü tehditlerle de şirketten uzak durması sağlandı.
Pusztai’ye yapılan bu haksızlığa, 13 ülkeden 30 bilim insanı bir bildiri yayınlayıp itiraz etseler de, bu girişimden pek bir sonuçta alınamadı. Üstüne üstlük hemen bir karşı hamle geldi. Zira hadisenin geçtiği yıllar tam da İngiltere’de Tony Blair hükümetinin başta olduğu yıllara denk gelmektedir. GDO oyununda tarafsız olmadığını açıkça bildiğimiz Blair’in baskıları ile İngiliz Bilim ve Teknoloji Komitesi de Pusztai’yi kınayan bir açıklama yayınladı. Pusztai’nin tüm bu olumsuzlukları atlatabilmesi, hayatının beş yılına ve birkaç kalp krizine mâloldu. Rowett’taki eski iş arkadaşları Pusztai’nin susturulma emrinin Blair’den geldiğini ve ona bu emri veren kişinin de ABD Başkanı Clinton olduğunu belirttiler. Şirket yöneticileri de hükümetten aldıkları desteğin kesilmemesi için, tecrübeli bilim adamını bir kalemde silebilmişlerdi. Nitekim 90’lı yılların sonunda GDO firmalarının hisseleri Wall Street’te tavan yaptı.
GDO’ların 1970’lerde başlayan ve hâlâ devam eden serüvenini inceledikçe, yukarıda okuduğunuz uygulamaya çok daha sık rastlamak mümkün. Önceleri birkaç büyük Amerikan şirketinin el attığı bu sektörün daha sonra meşhur ailelerin sermaye savaşlarına sahne olmasında, aynı şekilde hükümetlerin de devreye girip bunlara destek çıkmasında, aslında insanlığa hizmet ettiği bizlere öğretilen bilimin nasıl da özel amaçlara köle edildiğini ibretle görebilmekteyiz.
Bu arada, yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen Pusztai, elindeki tüm sonuçları bir İngiliz bilim dergisi olan The Lancet’te Ekim 1999’da yayınlatmayı başardı. Derginin editörü, Kraliyet Cemiyeti’nin üst seviye bir isminden, “işinden olabileceği” yönünde bir tehdit telefonu almış da olsa, Pusztai’nin makalesine yer verdi. Makale yayınlandıktan sonra Pusztai, çok da yabancı olmadığı baskılara yeniden maruz bırakıldı. Bu sırada İngiltere’de rüzgâr Blair hükümetinden yana esmekteydi ve seçimlerden önce bu yapıya destek veren Lord Sainsbury, desteğinin karşılığı olarak Bilim Bakanı oldu. Kendisi bilimden ne kadar uzaksa, -iki büyük GDO firmasının hisselerine sahib olmakla- GDO’lu yiyeceklere bir o kadar yakındı. Bu bağlantının İngiltere’de GDO’lu yiyeceklerin yükselişini nasıl yönlendirdiğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek… Bu destek öylesine beslendi ki, 2000 yılında, çalışmaların sonuçlarına bakılmaksızın GDO’lu mısırlar için izin sertifikası verildi. Ve bu sürece konu ile ilgili ilmî kuruluş çalışanlarının GDO’lu yiyecekler konusunda açıklama yapmasının yasaklanması da eklenince, muhtemel bütün engeller kaldırılmış oldu. Böylece Pusztai’nin canlı hayvanlar üzerinde yaptığı çalışma, İngiltere’deki ilk ve son araştırma olarak kaldı.
Evet, 1930’lu yıllarda fikrî olarak yeşeren, 1970’li yıllarda temeli oluşturulan ve 1990’lı yıllardan itibaren de sahnede alenî olarak gördüğümüz GDO’lu yiyeceklerin, hangi desteklerle ve hangi amaçlarla bugünlere geldiğini kısaca resmetmeye çalıştık. Bu konuda anlatılabilecek şüphesiz daha çok şey var. Lâkin altını önemle çizmek istediğimiz husus, özellikle tarafsız (objektif) telakki edilen bilimin, aslında hiç de öyle -tarafsız- olmadığı gerçeğidir.
Ve çoğu durumda kârhane olarak görülen bilim, elitist bir yapının elinde, birçok sahada Frankeştayn imalâthanesine dönmektedir.
GENÇ'ın Yazısı.