Zamanı Korkutan Binalar
Odama çıkıp perdeleri araladığımda sonsuzluk için yükselen Giza piramitleri karşımdaydı. Krallara ait taştan dağlar ölümün soluğunu üfledi.
Yirmi yıldan beri hiçbir şey değişmemişti bu ülkede, arabalar bile neredeyse benim yaşımdaydı. Kaldırımlar çöpten geçilmiyor, minibüsler su kaynatmasın diye motor kapaklarını açık bırakıyordu. Yolun ortasında müşteri indirmek için aniden kapısını açan adam arabanın yan aynasını kırmış, bir de şoförle tartışmaya başlamıştı. Şaşılan o ki bu karmaşada kavgalar kısa ve sakin geçiyordu. Kocaman çuvallarla yüklü küçük bir kamyonetin şoförü bir yandan domates soslu makarnasını yiyor, bir yandan da araba kullanmaya devam ediyordu. Köprünün üstünden geçerken tozlu camdan Nil’in kıyısında yükselen gökdelenler, yelken açmış kayıklar göründü. Kıvrak Arap şarkıları nehir sularına çarpıp bana kadar geliyordu. Bütün şehri gezip akşam ki düğüne yetişmeme imkan yoktu.
Han El Halil çarşısının girişinde acı yoğun bir kahve içtim. Ne mis gibi kokan dürümlerden yiyecek ne de oturup etrafı inceleyecek zamanım vardı. Sultan Hasan camiine vardığımda neredeyse öğlen olmuştu. İşlemelere saatlerce bakabilir, en ince ayrıntısına kadar eskiz defterime çizebilirdim. Yürürken parmaklarımı eskimiş duvarlarda, yamulup bel vermiş tahta kapılarda gezdiriyordum. Avluya vardığımda şadırvanın taş taburelerine oturup dört eyvanda verilen dersleri hayal ettim. Zincirlerden sarkan lambaların gölgesi duvarda oyunlar oynarken bir oğlan Kur’ân okumaya başladı. Ses çoğalarak, yükselerek ama asla alçalmadan yayılıyor, mikrofon olmamasına rağmen caminin en ücra köşesinden duyuluyordu. İstemeden ayrılıp, aceleyle Rufai Cami’nin dik merdivenlerinden tırmandım. İnsanı sarhoş eden od kokusu Ahmet Rufai Hazretleri’nin kabrinden geliyordu. Türbenin ince tahta işlemeleri kıymetli ağaçtan yapılmıştı ve bu koku bana babamı hatırlattı.
Selehaddin Eyyubi’nin kalesine, Kahire’deki Osmanlı izlerine ve yüzlerce camiye sadece uzaktan bakabildim. Memluk mezarları kubbeli türbeleri ve süslü minareleriyle uzaktan hayranlık uyandırsa da yıkık dökük yalnız ve küskündü. Pissa kulesinin ününe gölge düşürecek pek çok yamuk binanın yakınından geçtim. Üstelik bu binaların içinde yaşayanlar olmalı ki balkonlarda çamaşırlar sallanıyor ve açık pencerelerden tül perdeler uçuşuyordu. Gökyüzünde bulut yoktu. Yağmura hasret bu ülkede güneş sadece kum fırtınasında parlamazdı. Mısır’ın bulutu da sisi de sıcağın oluşturduğu harelerdi. Şehirden uzaklaştıkça özgürleşti Nil. Palmiyeler yükseldi. Tarlalar belirdi. Nehrin değdiği yerde çöl hayat buldu.
Odama çıkıp perdeleri araladığımda sonsuzluk için yükselen Giza piramitleri karşımdaydı. Krallara ait taştan dağlar ölümün soluğunu üfledi. Eiffel Kulesi yapılana kadar dört bin yıl dünyanın en yüksek binası olan Keops din adına inşa edilmemişti. O sadece firavuna aitti. Medeniyetler silinirken dünya harikaları rüzgara yenik düşüp kumlarda yok oldu ve sadece Giza efsanelere meydan okuyup dört bin beş yüz yaşına geldi. Firavun sonsuzluğu bulmaya kararlıydı. Rahip piramidin yerini belirlerken yıldızlar yol gösterdi. Kufu* ilk çiviyi çakarak başlattı yarışı ve kocaman bir köy kurdu işçiler için eğer mezarı bitmeden ölürse tanrılara katılamayacaktı.
Arap düğününe yakışmayan müzik sesleri geliyordu bahçeden. Hidiv İsmail’e ait misafirhaneden çıkıp parıltılı mücevherler takan bir grup insanla beraber çiçeklerle süslenmiş bahçeye girdim. Yokluk içindeki caddelerin yanında bir vahaydı burası. Mermer havuzun ortasında kocaman bir pasta yükseliyor, masalardan sarkan pembe laleler ilk baharda İstanbul’u hatırlatıyordu. Piramitlerin gölgesinde devam etti düğün. Havai fişekler patladı. Dansçılar tef çalan erkeklerin etrafında döndüler ve ayaklarıyla yere vurdukça halhallar eşlik etti müziğe. Meşaleler yolu aydınlattığında ilerledi damat ve gelin. Kendini tanrı sanan firavunlar mezar taşlarının bir düğüne fon olacağını hiç bir zaman düşünmemişti. Firavunlar öldükleri gün tanrı olmadıklarını anladı. Gerçek şu ki mumyalanan bedeni ne Anka Kuşu’na dönüşüp yıldızlara uçtu ne de cennete vardı. O sabah akşam ateşe sunuldu*...
Giza sakindi. Piramitlerin arasında koşturan atlar, turist gezdiren develer ve satıcı çocuklar için bile kapılar yeni açılmıştı. Faytonlar birbiriyle yarışıyor, gençler binlerce yıldır doğuya, Güneş Tanrısı Ra’ya bakan Sfenks’in pençelerini umursamadan oturuyordu. Arapların “Dehşetin Babası” dediği firavun başlı aslandan kimse korkmuyordu artık. Giza ölümden çok insanın hırsını hatırlatıyordu bana.
Dar, havasız bir delikten sonu olmayan tünellere indim. Sahte ölüm odasını geçip mezarın kalbine ulaştığımda ne kapağı yarı açık bir lahit ne de yazılacak bir hikaye vardı. Hırsızlar her şeyi yıllar önce almış, köşeye kumlar arasına sıkışmış, yamuk yumuk bir teneke yüzük bile bırakmamışlardı. Efsaneler çoğaldıkça gerçek sisler arasında kayboldu.
* Piramidi yaptıran firavun
* Mümin, 46
Hande Berra'ın Yazısı.