Dert Paradoksu
Hasret Ali Genç
Çocukluktan kurtulmakta, ilk gençliğe ilk adımlarını atmakta olan bir Bünyamin varmış. Gördüklerini, yaşadıklarını aynen kabullenmeyi bıraktığı, unsurlar arasında mana örgüleri kurmaya başladığı bir zamandaymış.
Nasıl mı?
Mesela babası, Bünyamin hatırladığından beri birtakım hareketleri düzenli olarak tekrar eder dururmuş. Lavaboda elini, yüzünü, başını, ayağını yıkar sonra hep aynı köşeye yönelirmiş. İçinden bir şeyler okur, ayakta bekler, eğilir, oturur, yatar, sağa-sola dönermiş. Bünyamin bir süredir bu hareketleri kendisi de tekrar edermiş fakat ne kendisine ne de bir başkasına “Bu nedir, ne içindir, şart mıdır?” hiç sormazmış.
İşte Bünyamin’in zihni, bünyesinde yeşeren derinlere inme, altta yatan hakikati özümseme özlemi ile bulanmış.
Bataklıkta, çırpındıkça dibe gidenler gibi Bünyamin de zihni bulandıkça her astarın aslını, her zahirin bâtınını merak eder olmuş.
***
Annesinin gözünü boyamak için kahvaltı sofrasından birkaç parça atıştırıp hemen dışarıya fırlamış. Arkadaşlarının mabette beklediklerine eminmiş: Toprak saha.
Bünyamin ve mahalle arkadaşları bir araya geldiler mi aralarında daha hiçbir kelam geçmeden takımlar ayarlanmaya başlanırmış. Tabi her seferinde kavga her seferinde çile… Kim kaleci olacak, şişko Cevat hangi takıma kalacak, eğer sayıları tekse hangi takım bir kişi eksik oynayacak?
Bunlar da büyük problemlermiş ancak bunların sıkleti Bünyamin’in asıl sıkıntısının yanında tüy kadar kalırmış. Çünkü o, vakti geçmeden oyunu bırakıp namazını kılmak zorundaymış. Oyundan da kopmak istemediği için hep geciktirir, son dakikaya bırakırmış.
Artık müddetin iyice daraldığını, ikindi ezanının göğe yükselmesinin an meselesi olduğunu anlayınca çare yok:
- Ben eve gidiyorum oğlum, takımdan çıkmak zorundayım, demiş.
- Olmaz ya! Daha bitmedi ki maç, nereye? Nasıl oynayacağız şimdi?
- Sizin namaz gibi bir derdiniz olmadığı için rahatsınız… Son cümleyi der dermez ağzı alev almış. Acı bir burukluk oturmuş kalmış yüreğine. Şimdiye dek edilmiş tüm tövbelerin toplamına ihtiyaç duymuş.
Namazı dert olarak görmek… Bir yükmüş, istenmeyen bir zorunlulukmuş gibi algılamak… Namazı oyunbozan bilmek…
Kavramlar arasında perçinlemeye çabaladığı tüm o manalar dağılmış, tuz buz olmuş. Asıl bulması gereken hakikat bağlantısını kaçırdığı için.
Öz hakikatin anlamını son derece yanlış yorumladığı için.
***
Kahvaltı yapmama alışkanlığı devam ediyormuş Bünyamin’in. Gün boyunca yemek saatini gözlüyormuş, evdeki sofrayı. Yürüyerek gidip gelmesi de cabasıymış, iyice acıkıyormuş.
O kadar gidip geldiği halde üniversiteyi sevememiş. Eviyle, mahallesiyle benzeşmeyen ne varsa üniversitenin köşe bucağına yuva yapmış sanki. Öyle hissediyormuş.
Ev-okul yolunda bu hisleri hiç rahat vermezmiş. Üniversitede görüp de tahammül edemediği her şey, düşüncelerine üşüşürmüş.
Haliyle düşünmeden edemezmiş:
Ne için yaşadığı belli olmayan kimi arkadaşlarını. Okul-podyum ayırımını bir türlü yapamayarak, bu hata üzerine giyinen kimi arkadaşlarını. Yüksek ses seline kapılıp giden kahkahaları. İki cins arasındaki, niyeti, yönelişi, duruşu bir türlü sezinlenemeyen ilişki kaoslarını. Herhangi bir konuda her an çıkabilen yararsız ihtilaf ve laf yarışlarını...
Amacı insanları hor ve hakir görmek değilmiş elbette. Ama onlar adına üzülürmüş. Onları kontrol eden, dizginleyen bir şey yok mu diye sorarmış kendine.
Yine aynı yolda bu düşüncelere dalmışken, gözü saatine kaymış. Akşam namazını eda etmek için eve yetişebilecek miymiş? Soruyu sorunca anlamış: Kendini kontrol edenin ne olduğunu.
Meğer namaz gerçekten bir dert meselesiymiş. Dert olarak görmek gerekirmiş. Dert edinmek, derdini çekmekmiş olması gereken.
Gönlündeki ağırlık uçmuş, yanlış bildiği doğrulanmış. Yıllar öncesinin kederi silinmiş her hücresinden.
Derdi, cefa sanarak girdiğin ve derdin kutsal olduğunu kavrayarak devam ettiğin yolmuş olgunlaşmak. Bunu anlamış.
GENÇ'ın Yazısı.