Yunus Emre Gürcan

Denize dik uzanmış dağların yeşil uğultusu, mavi derinliğin korkutucu ölüm vurgusu. Bir şehrin limanına sıkışmış hayatların, savaş kıskacının her şeyi ölüme çevirdiği zamanların ruhsuzluğu.

İzmir’in yanan evlerinden yükselmiş dumanının ardında Türk ordusu, insafsızlığa, insansızlığa, kötülüğe, hasret ve ölüme, en çok da kana doymuş toprağın kokusu.

Bir buğdayın başak verdiği, bir tuğlanın yer edindiği, bir fidanın bittiği, bir sancağın dikildiği, bir toplumun gönül verdiği toprak vatansa eğer; her bir avuç vatanda özgürlük, kan, din, siyaset/lanet, ölüm ve bütün bütün hayat vardır.

Haritaya düşülmüş izlerin çeperlediği hakikatler, doğrudan daha doğrular, imparatorluklar, yaşayanlar, yaşamayanlar ve yaşatmayanlar vardır.

Savaşmayanlar, savaşamayanlar, savaşanlar ve dalgalanan bayraklar…

3. sınıftayım. Çevre izcisiyim obamın başıyım. Dünya çevre günü, Kütahya Valiliği önü. Büyükçe meydanın ortasında ki göndere bağlı ipe hayatımı ona bağlamışçasına asılıyorum. Kana bulanmış Ay ve Yıldızı hak ettiği yere, en yükseğe, kutsala ve gönüllere taşıyorum. Bir koca topluluğun İstiklal Marşını okumak için beni beklemesinin gururuyla biraz önce çektiğim bayrağa bakarak bir kez daha kahraman oluyorum.

Bir millet kadar ordunun öle öle, cesetleriyle bina ettiği vatanın ve bayrağının koruyucusuyum. Büyük, şanlı ve ölümsüzüm… Ha doğru ya daha 10 yaşındayım…

Bir devlet neden vardır? Sosyal ve siyasal sorunlarımızı çözecek araçları tesis etmek ve yönetmek için. Doğa dahil iç ve dış tehlikelere karşı korunmak ve ilerlemek için. Doğruyu(!), kendi yüksek değerlerimizi(!) dünyaya yaymak ve iyi yaşamak için.

Peki, bir vatana kaç devlet sığar?

Devleti yaşatmak için insanı mı yaşatmalıyız yoksa insanı yaşatmak için devleti mi kullanmalıyız?

Vatanı vatan yapmak için üstüne kan mı koymalıyız yoksa kanı insandan hiç mi ayırmamalıyız?

Vatan millet sevgisini ne yapmalıyız, en temele neden insan sevgisini koymayız?

İlk cümlede, Yunan ordusunun denize döküldüğü İzmir’e vatan deriz de bayrağını göndere çektiğim Süleyman Şah türbesine ne deriz?

On yaşındayızdır. Gururla çektiğimiz bayraklarımız, okuduğumuz da gözlerimizi yaşartan marşlarımız vardır. Vatansever çocuklarızdır. Yunan düşmandır. Rus da öyle. Ermeni, Arap, İsrail düşmandır. Bunlar, hep Amerika’nın oyunudur. Marşı okuruz, yunanı düşman diye vururuz, vatansever ve kahraman oluruz. Ayakkabılar dolaba vicdan vestiyere, mutlu evimizde huzurlu huzurlu otururuz. Devletin dediğine inanırız, İzmir’e vatan denir, Süleyman Şah’a vatan denir ama aybaşı da kira verilir…

Bu devletin konsoloslukta görevli 60 vatandaşı kaçırıldı. Üç gün zihinlerde kaldı sonra çanta fiyatlarına bakıldı.

Aslolan insandır. Vatan insanı yaşatmak için vardır bu yüzden kutsal ve dokunulmazdır. Devlet ise ekmek bıçağıdır. Yemek yapar ve uzanan elleri keser. Süleyman Şah Türbesinde 60 “insan” vardır. Vatan onlarla yaşar ve onları yaşatır. Devlet ise onları korumak zorundadır.

Bugün İstanbul’dayım. Rahat bir hayatım, boşa geçen zamanım, üniversite yıllarım, özgür ve vatansever ağrısız başım. Edirne’de, Yüksekova’da, Kıbrıs’ta ve Süleyman Şah’ta bekleyenler sayesinde. Daha eskilerde Çanakkale’de, Van’da, Sakarya’da; omuz omuza din, özgürlük, vatan ve insan uğruna…

Bayrağımız ve marşımız kutsal olduğu için ölmeyiz, öldüğümüz için anlamlıdır onlar. Siyaset ve politikanın feda edebileceği insanlar olduğumuz için değil…

Özgürce “yaşayabilelim” diye ölmüşlerdir. Ölmektedir ve belki de ölmeyi beklemektedir…

Şimdi kendimizi özel ve büyük hissettiren zanlarımızı bir kenara koyalım ve vatanı ne kadar sevdiğimizi, devleti ne kadar tanıdığımızı düşünelim.

Süleyman Şah’a on dönüm arazi az geldiği için mi vatan demeye tereddüt eder, ezberimizden konuşuruz? Ya da üç defa yer değiştirmiş bir türbenin vatan oluşundan mı şüphe ederiz?

İnsanın olduğu yere neden vatan demeye korkarız?

Orada bir milletin öldüğü bayrağımız var. Dahası askerimiz var. Altmış, altı yüz, bin ya da bir. Orada Askerimiz VAR! İnsan var…

Maalesef ki savaşan ve yaşatmayanlarla çevrilmiş altmış canımız var. Bayrağımızı ve vatanımızı beklediği için korumakla mükellef olduğumuz “can”larımız…

On aydır on dönümlük arazide, can tehlikesiyle; ilaçsız ve erzaksız. Hasrete, özleme, bilinmezliğe, iki haftalık vadelerle verilmiş sözlere ve süresiz beklemelere boğulmuş halde.

Bir devlet var oluş amacı gereği insanı yaşatmak için güvenliği tesis etmelidir. Ancak zannedilenin aksine ordular savaşmak için değil caydırarak savaşı önlemek için vardır. Bir şeyi yapabilme kudretiniz o şeyi yapmanızdan çok daha etkili ve verimli olabilir. Onu koruyan başkası varsa taşlarınızı öne sürersiniz. Aksi halde bu durumu kıyımdan, cinayetten, vatana ihanetten ayıran tek şey bu eylemin resmi kurumlar tarafından yapılmasıdır.

Şehitlerimiz bayramlarda, gazilerimiz otobüs koltukların da mı değerli olmaktadır?

Süleyman Şah’a yapılacak herhangi bir saldırıya misliyle karşılık vereceğimizi söylüyor oluşumuzun, orada ki insanları harcadığımızdan tek farklı bunu güzel bir şekilde dillendirmemizdir.

Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye; Bölge Gücü Türkiye; Yeni Türkiye diyorsak, vatan toprağını korumak için altmış namludan fazlasını gönderemeyip onları terk edip geliyorsak, ya oradakilerden biri abim, eşim olabilirdi diyemiyorsak, televizyonda onlar yerine sahte hayatlar izliyorsak, peki ya biz insan olmayı unutuyorsak?

On yaşında ki vatanseverlerin gururu tatmin olsun diye altmış canı binlerce katilin arasında aç susuz yalnızlığa terk etmek, insan ve askeri ilme aykırı olarak çalışma şartlarına zorlamak, yetiştirmek için onca çaba sarf ettiğiniz insanların ruhunu çekmek, bayramlarını televizyonda kutlamak, yedi yüz bin dolarlık saatine bakarken “bu onların işi değil mi?” diye sormak; ne bu devlete, ne bu vatanın evladına, ne bu millete, ne bu yazıyı yazan bana ve okuyan size yakışır…

Klavyemi döven parmaklarımı ıslatan gözyaşlarım, orada ki abilerimin hallerine olduğu kadar, acaba kendim dâhil kaç kişinin kalbine dokunamayacağımın harmanıdır. Beklemek ıstırap, çaresizlik günahtır.

Vatan aşkına, bayrak aşkına, İNSAN aşkına…


GENÇ'ın Yazısı.