İlahi Rahmeti Çeken Büyük Sır
Gönüller îmân, muhabbet, merhamet, takva, tevazu ve haşyetullah gibi engin duygularla hassasiyet kazanmadıkça, tâzim ve hürmet duyguları da yeşermeyecektir. Yeniden büyük bereket ve rahmete nailiyet için, her davranışın köklerinde samimiyeti, dallarında ise tâzim ve nezâketi hâkim kılmak durumundayız.
önüllere bereket ve rahmet indiren ilâhî sırların en önemlilerinden biri, kaynağı gönül olan tâzim duygusudur. Tâzim, diğer bir ifadeyle saygı kültürü, medeniyetimizin en temel değerlerinden biridir. Öyle ki, din tarif edilirken “İlâhî emirlere tâzim ve yaratılmışlara şefkat” diye arif edilmiştir.
Tâzim, îmândan neş’et eden, muhabbet, tevazu, edeb ve şükrân duygusu ile hassasiyet kazanmış diri bir kalbin ürünüdür. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“…Kim Allâh’ın şeâirine (dînî alem ve işâretlere) tâzim gösterirse, şüphe yok ki bu, kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)
Tâzim, daima hayırlı ve bereketli sonuçlara vesile olmuş ve kulu sürekli yüceltmiştir. Mevlânâ, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen Mûsa –aleyhisselâm- ile sihirbazlar arasında geçen hâdisede tâzimin rolüne şöyle dikkat çeker:
“Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar, Mûsâ –aleyhisselâm- ile kin güderek mücadeleye giriştiler. Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zira ona:
«− Ferman senin. İstiyorsan önce sen asânı at» dediler. Mûsâ –aleyhisselâm-:
«− Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun» dedi.
Sihirbazların Mûsâ’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet ve tazim, îmân sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ve ayakları kesildi.”
Buna benzer bir başka kıssa da Sebe Melikesi Belkıs’la ilgilidir. Şöyle ki:
Süleyman -aleyhisselâm-, Sebe melîkesi Belkıs’a îmâna dâvet eden bir mektup gönderdi. O zaman putperest olan Belkıs, mektubu okuyunca:
“–Beyler, ulular! Bana şerefli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman’dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adı ile başlamaktadır” dedi.
Onun bu tâzîmi dolayısıyla bâzı âlimler:
“Belkıs, Hazret-i Süleyman’ın mektubuna hürmet edip değer verdiği için îmân ile şereflendi” tespitinde bulunmuşlardır.
Tâzimin en büyüğü Hakk’a ve O’ndan gelenlere karşı olanıdır. O’nun adını büyük bir saygı ile anmak, hatta O hatırlanınca yüreğin titremesi, bu tâzimin tabiî bir neticesidir.
Allâh dostlarından Bişr-i Hafî Hazretleri, hayâtının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kağıt buldu. Onu öpüp başına koydu. Kokular sürdü ve güzel bir yere sakladı. O gece rüyasında şöyle bir nidâ işitti:
“Benim ismimi güzel kokulara sardın, ona tâzîm ve hürmette bulundun. Benim izzetim ve azametim hakkı için, Ben dahî senin adını iki cihanda hürmetli kılacağım.”
Bunun üzerine Bişr uyandı, tevbe etti, sadâkat ve samimiyetle Allah’a yöneldi.
Hakk’ın elçilerine karşı tâzim göstermek de son derece önemlidir. Peygamberlere karşı yapılan hürmetsizlik, nice toplumların helâkine sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de de Hz. Peygambere karşı sesini yükseltenlerin, bütün amellerinin boşa çıkacağı uyarısında bulunulmuştur. Allah Resûlünü üzenlerin büyük bir azaba çarptırılacakları hatırlatılmış, onu sıradan görenlerin akılsızlığına dikkat çekilmiştir. Hatta onunla özel konuşmak isteyenlerin, öncelikle bir sadaka vermeleri bile istenmiştir. Daha sonra bu hüküm kaldırılmış ise de Allah’ın Habibine gösterilmesi gereken tazime işaret etmesi yönüyle üzerinde düşünülmeye değer önemli bir husustur
Tarihimizde âlim ve âriflere saygı göstermeye dair nice eşsiz misaller sergilenmiştir. Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi’ye şu vasiyeti buna güzel bir örnektir:
“Bak Oğul! Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!..”
Allah kelâmı olması itibariyle Kur’ân-ı Kerim’e de son derece tâzim duyguları içinde yaklaşmak icap eder. Ona tertemiz bir şekilde abdestli olarak el sürmek, bel hizâsından aşağı bir mevkîde tutmamak, ona doğru ayak uzatmamak, üzerine kitap, defter ve kalem gibi başka şeyler koymamak da ona gösterilmesi gereken tâzim tezâhürlerinden bazılarıdır.
Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman [ra] her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer [ra] da her sabah Mushaf’ı eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:
Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kett ânî, II, 196-197)
İkrime [ra] Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve:
Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitabı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifade ederdi. (Hâkim, III, 272/5062)
Tazim duyguları içinde edâ edilen ibadetlerden ve zikirlerden elde edilen gönül feyzi, bu duygulardan uzak olarak icra edilen taat ve virdlerden çok farklıdır. Hatta denilebilir ki, tâzimden uzak ibadetler ve zikirler, kulu Hakk’a yaklaştırmaktan ziyade bazı âriflerin tespitine göre O’ndan uzaklaşmasına bile vesile olabilirler.
Üzülerek ifade edelim ki, günümüzde hürmet ve tâzim duyguları gitt ikçe zayıfl amakta, anlamsız ve gereksiz görülmekte ve hatta kınanmaktadır. İşte bu durum, basiret körelmesinin, nasipsizliğin ve nihayet bereketsizliğin bir işaretidir. Gerçek âlim ve âriflerin azalmasının, ilim ve irfan talebinin zayıfl amasının bir sebebi de işte bu inceliğe gereken ehemmiyetin verilmemesidir. İmam-ı Azam’a nispet edilen şu söz son derece mânidardır:
“Hedefine ulaşan ancak tâzimle ulaşmış, mahrum kalan da tâzimi terkettiği için mahrum kalmıştır.
Tarihi kaynaklarımızda, tâzimin eriştiği zirve noktalara dair, bugün hayal bile edemeyeceğimiz sayısız örneklere rastlamak mümkündür. İlmin elde edilmesine vesile olmaları sebebiyle kalem, kağıt ve mürekkebin bile çok özel bir hürmete mazhar olduklarını müşâhede ettiğimizde, medeniyet değerlerimizin ulaştığı ulvîliklerin ne büyük bir gönül kıvamından neş’et ettiğini görüyoruz. Meselâ mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes [ra], Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân ayetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifa niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kett ânî, II, 200)
Netice olarak denilebilir ki, gönül kuruluğu, manevî hayatın hem zevkini, hem bereketini ve hem de nezâketini yok etmektedir. Gönüller îmân, muhabbet, merhamet, takva, tevazu ve haşyetullah gibi engin duygularla hassasiyet kazanmadıkça, tâzim ve hürmet duyguları da yeşermeyecektir. Yeniden büyük bereket ve rahmete nailiyet için, her davranışın köklerinde samimiyeti, dallarında ise tâzim ve nezâketi hâkim kılmak durumundayız.
Adem Ergül 'ın Yazısı.