Öğrenebilen, öğretebilir, anlayabilen anlatabilir, seven, sevdirir, gülen güldürür; Müslüman,“imkânsızlık” handikapına düşmeden, özünde, ecdâdında, târihinde kendi külünü yangına çevirecek neler neler bulur.

Vaktinde, Ukrayna’nın, Rusya sınırına yakın, kenarından debisi yüksek bir derenin aktığı bir köyünde, vatandaşın biri ölmüş. Geleneklere göre en güzel takım elbisesi giydirilmiş ceset, merasimlerden sonra tabuta konularak, köy mezarlığına giden, o derenin de hemen kenarından geçen dar patika yolda köylülerin omzunda taşınmaya başlanmış.

Her nakilde, yürünen yolun darlığı ve engebesinden dolayı, tabutu dereye düşürme tehlikesi yaşayan köylüler, yine, sendeleye sendeleye ilerlemeye çalışırken, bu kez bir türlü başarılı olamamış ve tabutu suya düşürmüşler.

Tehlike arz edecek bir yükseklik ve coşkun akan sudan dolayı, epey uğraşmışlar ama çoktan onlarca metre uzağa gitmiş ve takla atan tabuttan ırmağa karışmış cenazeye bir türlü ulaşamamışlar.

Nihayet, “onun da kaderi böyleymiş” diyerek, çaresiz, üzüntüyle köylerine dönmüşler.

Ceset, ilerleye ilerleye, suya elektrik vererek balık avlayan balıkçıların bulunduğu bir koyda kıyıya vurmuş. Avlandıkları yerde bir cesedin olduğunu fark eden balıkçılar, panikle, cesedi sırtlanmışlar ve hemen yakındaki Rusya sınırındaki askeri birliğin tel örgülerine ayakta duracak şekilde yaslayıp kaçmışlar.

Devriye nöbetindeki Rus askeri, karanlığa ermiş havada, tel örgüye gelip dayanmış bir insan karaltısı görünce, ona üç defa uyarıda bulunmuş, parola-işaret sormuş... Cevap alamayınca, tepki verilmemesi durumunda muhatabına bir şarjör dolusu merminin tamamını kullanarak ateş edebileceğini tebliğ etmiş ve aynen de öyle yapmış.

Mermilerin tesiriyle yere yığılan Ukraynalı’nın başına, silah seslerini duyan onlarca, yüzlerce asker ve askeri araç toplanmış.

Yaralıyı (!) helikopterle derhal en yakın şehirdeki hastaneye götürmüşler. Birkaç saat içerisinde hastane önüne doluşan gazetecilere, hastane başhekimi çıkıp bir açıklama yapmış:

-Şu ana kadar bedeninden 6 adet mermi çıkarılan yaralının hâlen hayatta kalabileceğine dâir bir ümit taşıyoruz. (!)

Aslında günden güne artan, yeni birimler ile önceki zamanlara göre bir bakıma yüz güldüren gönüllü çalışmalar, sosyal hizmetler ve eğitim faaliyetlerine dair rapor arz ettiğim bir konuşmaya bu hikâye ile başladım.

“Bu hâldeyiz...” dedim... Bu hâldeyiz. Ölüyüz. Aslında hâlen ölüyüz. Ama hâlâ hayatta kalma ihtimâlimiz de var.

Sınırsız rahatlığımızın içerisinde bizim, hem de defalarca öldürdüğümüz hizmet hissiyatımızı, olur ki Rabbimiz diriltir diye ümit besliyoruz. Bu ümit olmasa, bir bakıma, hayatımızın tâkati de olmayacak.

Bu hücre yenileme ve duyarlılık uyanmalarımız yeterli değil. Nüfus yoğunluğuna yetecek bir nüfuz yoğunluğu olmalı Müslümanlığımızın.

Hep, bir fazla iyiliğin, bir fazla sâlih amelin, bir fazla yara tedâvisinin peşinde olacak, bir fazla insana ihtiyaç var.

Öyle ki, adım atmayan, yola çıkmayan, hamle yapmayan, sıratını zora sokar. Dengelere göre antrenmanlı olmayan, dengesizliğinin kurbanı olur.

Öğrenebilen, öğretebilir, anlayabilen anlatabilir, seven, sevdirir, gülen güldürür; Müslüman,“imkânsızlık” handikapına düşmeden, özünde, ecdâdında, târihinde kendi külünü yangına çevirecek neler neler bulur.

Ve ihlâs ile noktaladım cümlelerimi. Evvelâ kendi kendime fayda verme duâsıyla..

İhlâsı nereden, nasıl öğrendiği sorulmuş Cüneyd-i Bağdâdî’ye. “Mekke’de bir berberden.” demiş ve devam etmiş:

“Paramın olmadığı ama traş olmam gereken bir zamanda, mevkîsi yüksek bir zâtı traş etmekte olan bir berbere uğradım. Ona, Allah rızası için beni traş edip edemeyeceğini sordum. Derhâl, ‘bir kimse Allah için bir şey istedi mi bütün işler durur’ diyerek müşterisini bırakıp benim işimi gördü. Sonra bana biraz harçlık da vererek gönlümü hoş edip uğurladı. Elime para geçtikten sonra yanına uğradım, ‘eğer senden para alırsam benim niyet ve ihlâsıma ne hâller gelir bilir misin?’ diyerek beni geri çevirdi.”

Allah rızası için kapımızda, aklımızda birilerinin, bir şeylerin belirmediği gün var mı ki?


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.