Sokaklar geniş ve sakin. Trafik saat gibi işliyor. Almanlar kurallara o kadar bağlı ki “U” dönüşünün adı bile unutulmuş. Sadece gurbetçiler bu yasağı çiğnediğinden “Türk dönüşü” olarak işlenmiş hafızalara.

İtalya’nın kahve kokusu, İstanbul’un bitmek tükenmez keşmekeşi, Hindistan’ın çarpıcı renkleri yok sokaklarda. Bankta oturan yaşlı adam, köşe başında elinde bira şişesi boşluğa bakan genç, pusette çocuğunu gezdiren anne ve birkaç kişi çimlere uzanmış, bu güneşli pazar gününde doğanın keyfini çıkarıyor. Köpekler bile kuralcı, yolda yürürken ne sırnaşan ne de üstüme salyalarını fışkırtarak havlayan bir köpeğe rastladım oysa İstanbul sokaklarının sahipli, sahipsiz köpekleri en azından yanıma gelip elimi koklar, beni tanımaya çalışırlardı. Buradakiler varlığımdan bile habersiz. Sadece pasaportumdaki mühür Hamburg’ta birkaç gün geçirdiğimin kanıtı.

Sokaklar geniş ve sakin. Trafik saat gibi işliyor. Almanlar kurallara o kadar bağlı ki “U” dönüşünün adı bile unutulmuş. Sadece gurbetçiler bu yasağı çiğnediğinden “Türk dönüşü” olarak işlenmiş hafızalara.

Heykellerin yüzü Alster Gölü’ne dönmüş güneşin oyunlarını izlerken onlarca yelkenli kuğuların zarafetini ellerinden almış süzülüyor. Kürekçiler ritim tutturduğunda kikler suyun üstünde kayıyor ve hava ne kadar ısınırsa ısınsın Almanya’da çocuklar iç çamaşırlarıyla sulara atlamıyor. Dünyanın pek çok yerinden gelmiş bir daha görmeyeceğim turistlerle gölü gezerken ördekler eşlik ediyor motorumuza. Kürek sörfü yapan gençler Venedikli gondolcuları anımsatıyor ve ben kendi şehrinde Beatles’ı dinliyorum. Göle kadar uzanan çimlerin, salkım söğütlerin arasından yirminci yüzyıla ait malikaneler gözüküyor. Ortaçağ’da Hanse Kentler Birliği’ne bağlı Hamburg’un gösterişli sarayları, efsanevi prensleri olmasa da Orta Doğu şehrinin aksine apartmanlar yükselmiyor Hamburg’da. Yeni ve modern binalar şehrin dışına doğru yayılıyor. Huzurlu görüntüsü, ağaçların arasından uzanan sivri kuleleri, bakımlı tarihi binalarıyla gerçek yüzünü saklıyor gezginlerden. Limana inene kadar büyük bir sanayi şehrinde olduğumu tahmin bile edemiyorum.

Ambar Bölgesi bakır çatılı tuğla binaları, su kanalları ve köprüleriyle farklı bir doku sergilerken geçmişin tütün ve baharat depoları kanal sularından yükseliyor. Ne bir kaldırım var ne de su aktıkça yuvarlanan çakıl taşları. Kırmızı binalar sudan doğmuş gibi yan yana aralıksız dizilmişler. Nehir binalara değerek ilerliyor. Bu kızıl tünele bakan camlar kapalı. Hamburg’a kuzeyin Venedik’i diyenler yalan söylemiş. İtalyan olamayacak kadar düzenli, mesafeli ve sessiz bu şehir, sabah erken kalkıp, kepenklerini hava kararmadan kapıyor. Beşten sonra ne oturacak kafe ne de keyif yapacak bir pastane bulmak mümkün. Sadece açık görüşlü, günahkar caddesi bir yarasa gibi gece hareketli gündüz uykuda.

Balık pazarı kalabalık. Daha mayısın ilk gününde karpuz kabuğu denize olmasa da tezgaha düşmüş. Balıklar pırıl pırıl. Meyvelerin tadına bakarak kahvaltıma başlıyorum. Yıllardır bu ülkede yaşasa da tezgahtar “Yah beş lira” diye bağırıyor müşterisine. Euro hâlâ yabancı ona. Bir elimde kahvem diğerinde sandviçim nehir kenarında boş yer ararken yaya geçidinin altına sıkışmış çift kişilik yataktan saçı başı dağılmış bir kadın bakıyor bana. Aynası çatlak tuvalet aynası, köşeleri yırtık bir bavul sanırım dolabı, topal bir de sandalyesi var. Benimse kahvaltım. O elimdeki poşete ben ise sandalyeye bakıyorum. Konuşmaya, dil bilmeye gerek yok. Sandalyenin sağlam tarafına oturuyorum...


Hande Berra'ın Yazısı.