Üçüncü Yol Her Zaman Vardır
Evet her zaman üçüncü bir yol vardır. O yol önümüzde açılmış bir yol değildir; o yol cüz’i de olsa bize verilmiş, kendisini doğru kullanmakla mükellef olduğumuz irademizle açılacak bir yoldur. O yol, sabrın, azmin ve istemenin yoludur. O yolu külli irade denizinden vücut kabına damlatılmış bir damlanın çalkalanışı açar.
Hudeybiye nefes kesen bir imtihan sahnesidir. Allah Rasulü’nün rüyasının tahakkuku için umreye niyet edişi ile başlayan bu sahnede çok acı, ama o kadar da anlamlı kesitler vardır. Müşrikler, Peygamberimiz ve ashabını Mekke’ye sokmak istememişler, gerilimli günler ve geceler geçirilmiş, gelip giden elçilerle sonunda anlaşma yapma noktasına gelinmişti. Müşrik tarafının temsilcisi Süheyl anlaşma yazılırken başa besmelenin konmasına karşı çıktı. İtirazı Rahman kelimesineydi. Peygamberimiz razı oldu ve cahiliye âdeti üzere anlaşmaya “bismikellahumme” diye başlangıç yapıldı. Ama Süheyl, orada kalmadı; “Allah Rasulü Muhammed” ifadesine de itiraz etti. “Senin peygamberliğine inansaydık, zaten seninle savaşmazdık” dedi. Peygamberimiz her şeye rağmen anlaşmayı yapmak azmindeydi. “Siz inanmasanız da ben Allah’ın Rasulü’yüm” diye cevap verdi ve Hz. Ali’den ifadeyi “Muhammed İbni Abdullah” şeklinde değiştirmesini istedi. Anlaşmayı kaleme alan Hz. Ali “Rasulullah” ifadesini silmeye yanaşmadı. Hz. Ali’ye “Bana Rasulullah kelimesini göster” diyen Ümmi Peygamber o kelimeyi bizzat kendisi sildi ve yerine Abdullah’ın oğlu Muhammed yazdırdı.
Hudeybiye denilen mahalde imzalandığı için adına Hudeybiye Anlaşması denen metne göre, Müslümanlar umreyi o sene yapamayacak, bu istekleri sonraki seneye kalacaktı. Müşriklerden biri kaçarak Müslümanlara katılırsa, Müslüman bile olsa geri iade edilecek, Müslümanlardan Kureyş’e sığınanlar ise, Müslümanlara döndürülmeyecekti. Yıllardır ayrı kaldıkları Mekke’ye girmek üzereyken, hatta bunun için her şeyi göze almışken, bu isteklerine erişemeyen Müslümanlar için anlaşma maddeleri çok acı gelmişti. Üstüne üstlük bir de, Süheyl’in Müslüman oğlu Ebu Cendel’in ayağında zincirlerle anlaşma imzalanırken Müslümanların tarafına iltica etmek istemesi sinirleri iyice germişti. Oğlunu o halde görünce şaşıran babası daha anlaşmanın maddeleri kurumadan, ittifak ettikleri maddenin uygulanmasını talep etti. Rasulullah Efendimiz, Süheyl’in oğlunun iadesini emrederken, Ebu Cendel’in haykırışı herkesin yüreğini dağlamıştı: “Ey Müslümanlar! Beni imanım için mi Kureyş’e geri veriyorsunuz?” Bu ifade karşısında Rasulullah Efendimiz’in şu sözleri manidardır: “Ebu Cendel, sabret! Allah sana ve senin durumunda olan zayıf ve çaresizlere bir çıkış kapısı açacaktır!” Allah Rasulü aynı sözleri Hudeybiye’den dönüldükten sonra bir kez daha, yine müşriklerin elinden kurtularak Müslümanlara iltica eden ve yine geri iade edilecek Ebu Basir’e söyleyecektir: “Ebu Basir! Biz bu insanlara söz verdik. Allah sana ve senin durumunda olan zayıflara, çaresizlere bir çıkış kapısı açacaktır. Kavmine geri dön…”
Ebu Cendel’in geri dönmekten başka çaresi yoktu, çünkü elleri ve ayakları zincirliydi. Ebu Basir ise kendisine alıp götüren müşrikleri alt ederek, irade ve azmi ile farklı bir yol daha açılabileceğini göstermiştir. O, Rasullah’ı dinlemeyerek kalabilir, kalıp, Medine’de yaşamak isteyebilirdi. Ama bu Allah Rasulü’nün verdiği söze aykırı bir yol tutmak olurdu. Çünkü O Kutlu Nebi, hasımları ile anlaşma yapmış, bundan sonra da müşrik dahi olsa, “İslam’da ‘gadr’ etmeyi” yasaklamıştı. Kalmak bir yol olabilirdi, ama kalan, O’na ve yoluna gadr etmiş olurdu. O yüzden buna rıza olunmaz, müsaade de edilmezdi.
Geri dönmek de bir yoldu. Ama bunu da Ebu Basir istemezdi. Meskenet, zillet ve zulüm içerisinde yaşamak ona göre değildi. Bu yol, sonuna ancak sabırla varılacak bir yoldu. Buna rıza göstermek gönüllere acı verse de ortada anlaşma vardı, müşrik de olsa kimseye “gadr” yoktu, Dolayısıyla geri dönmek gerekiyordu. Bunu Allah Rasulü istediği için gitmek ya da teslim olmak tercihi, kalıp gadr etmeye göre tutulması gereken tek yol olarak gözüküyordu. Ama yol sadece bu ikisinden mi ibaretti? Bir üçüncü yol mümkün değil miydi?
Aslında Allah Rasulü bir yola daha işaret etmişti. O da üçüncü yoldu. Bir çıkış kapısı daha vardı. Allah’ın Ebu Cendel ve Ebu Basir gibiler için bir çıkış kapısı açacağı ifadesi bunu göstermekteydi. Bunun sadece bir teselliden ibaret olmadığı, Hudeybiye’nin fethin bizatihi kendisi olduğu kadar açık ve net bir hakikatti. Hz. Ömer gibilerin sonradan pişmanlıkla hatırladığı sahneleri hatırlayınız. “Sen Allah’ın Rasulü değil misin?”, “Biz hak üzere değil miyiz?” Allah Rasulü’nden yumuşaklıkla gelen “elbette, elbette” cevaplarına karşılık Ömer radıyallahu anh’ın mukabelesi ne kadar ağırdı: “O halde bu acizlik niye?” Böyle bir haleti ruhiye içinde hezimet gibi gözüken Hudeybiye aslında, yenilmişlik psikolojisi ile sarıp sarmalanmış bir fetih müjdesiydi.
Hudeybiye fethin bizzat kendisiydi, çünkü Fetih Suresi, bu sefer dönüşü indirilmişti. Hudeybiye fetihti, ama her netice gibi bir oluş, bir olgunlaşma, tıpkı bir çocuğun ana karnında, bir civcivin yumurtada geçirdiği süre gibi beklemeyi gerektiriyordu. Hudeybiye’nin fetih oluşu sabretmeye bağlı bir keyfiyetti. Beklemeyi, olgunlaşmayı ve fethe layık olmayı gerektiren bir keyfiyet… Hudeybiye aslında üçüncü yoldu. Medine’den Mekke’ye girmeye azmedip, elçi olarak gönderdikleri Hz. Osman’ın şehit edildiği haberini alanlar, o ağacın altında Peygamberleri’nin ellerini tutarken, bu tutuşlarının ölümüne olduğunu biliyorlardı. Önlerinde iki yol belirmişti. Ya Mekke’ye gireceklerdi ya da öleceklerdi. Hudeybiye Anlaşması, bir üçüncü yol olarak önlerine geldiğinde sadece iki yola teksif olmuş zihinler ve gönüller o üçüncü yolu göremediler. O yolu sadece Allah Rasulü ve O’na teslimiyeti ile yekta Hz. Ebubekir radıyallahu anh gördüler. Onlar üçüncü yola, Allah’ın rahmeti ve yardımı ile sevk olundular. Üçüncü yol sabır ve olgunluk gerektiren bir yoldu. Hemen olup bitiverecek bir duruma işaret etmiyordu. İçine kıstırıldıkları ölmek ya da girmek dışında bir yoldu: dönüp beklemek ve sonra Mekke’yi elde etmek… Ama bu yol sabır, olgunlaşma ve liyakat gerektiriyordu, çünkü bu yol fethe çıkan yoldu.
Üçüncü yol, aslında kaderimizin yoludur. Bizim, bazen irademizle, bazen gönlümüzle, bazen bilemediğimiz bir sevk ile gittiğimiz, götürüldüğümüz bu yol aslında akıbetimizin yoludur.
Ebu Basir, ne kalmayı ne de teslim olmayı seçti. Allah’ın yardımı, Rasulü’nün işareti ve kendi iradesiyle üçüncü bir yola sevk olundu. Mekke ile Medine arasında bir mağarada yaşamaya başladı. Şam kervanlarının geçtiği bir güzergâhtaydı. Zamanla kendisi gibi olanların etrafına toplandığı bu yiğit Mekke’nin ticaretini olumsuz etkileyecek bir tehdide dönüştü. Dinini yaşamaya fırsat vermeyen düşmanları bir müddet sonra Rasulullah Efendimiz’e gidip anlaşmanın o hükmünün kaldırılmasını istediler. Ebu Basir’in yolu açılmıştı artık. Ama tıpkı Hudeybiye gibi bir sabır süreci gerekmişti bunun için. Ebu Basir ve arkadaşları, birine girmedikleri, diğerine isteseler de giremedikleri iki yolun dışında azim ve iradelerini yoldaş ettikleri bir üçüncü yola düşmüş ve orada sabırla yol almışlardı. Sonunda varacakları fethin olgunlaşıp kendilerine müyesser olacağı zamana kadardı yolculukları.
Evet her zaman üçüncü bir yol vardır. O yol önümüzde açılmış bir yol değildir; o yol cüz’i de olsa bize verilmiş, kendisini doğru kullanmakla mükellef olduğumuz irademizle açılacak bir yoldur. O yol, sabrın, azmin ve istemenin yoludur. O yolu külli irade denizinden vücut kabına damlatılmış bir damlanın çalkalanışı açar. O damla bir kere çalkalanmaya görsün, vücut kabını önüne geçilmez bir fişeğe dönüştürür. Artık o yola girilecektir, artık o yol istenecektir. O dalgalanmış damlanın sahibine düşen, meşru dairede ellerine, ayaklarına ve önüne bakıp, sefere niyet etmek, yola hüküm giymek ve dönüp bir kez bile olsun “niçin girdim bu yola” diye aklına bile getirmemektir.
Evet, üçüncü yol her zaman vardır. Birinci yola girip gadretmek, ikinci yola girip mezelletle sabretmek istemeyen için bunların dışında takdir olunacak bir akıbet mutlaka olur. Ama bu yola düşenler, isyan ve teslimiyetin dışında irade, istek ve teşebbüsleri ile yepyeni bir bilinmeze yelken açtıklarını bilmek zorundadırlar. Onlar göbeklerini kendi elleri ile kesmeye razı olmuşlardır. Bulacakları, umdukları olmayabilir. Bulacakları ancak, azim ve iradelerinin külli irade ile mutabakat ve muvafakatı nisbetinde bir nasiptir. Bu nasip, Ebu Cendel gibi sayısı yetmişi bulan arkadaşı ile Rasulullah’a yeniden kavuşmak olabileceği gibi Ebu Basir gibi ölüm döşeğinde, parmaklarının arasında göğsüne bastırdığı, “gel artık” diyen Rasulullah mektubunu koklayarak son nefesi vermek de olabilir.
Üçüncü yol, aslında kaderimizin yoludur. Bizim, bazen irademizle, bazen gönlümüzle, bazen bilemediğimiz bir sevk ile gittiğimiz, götürüldüğümüz bu yol aslında akıbetimizin yoludur. İkinci yola girip, sabırla bekleyenlere Rasulullah’a kavuşmak bahşedilebilir, ama üçüncü yola girmeye cesaret edenlere verilen daha farklı bir şeydir: Onlar yol açarlar, onlara yolun bizatihi kendisi verilir. Üçüncü yol, üçüncü yolu isteyen ve ona doğru yürüyenlere verilir. Bu şekilde yol açmaya vesile olanlar, oradan yürüyüp gideceklerin de vesilesi olurlar. Göğüslerinde Rasulullah’ın mektubu, yüzlerinde ve gözlerinde O’nun hasreti ile dünyadan ayrılmışlar ne gam; onlar, Hudeybiye’den Mekke’ye giden fetih yolu gibi iradelerinden Rıdvan’a doğru yepyeni bir yol açmışlar, geriden gelenlere örnek olmuşlar, böylece iki dünya saadetini kazanmışlardır.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.