Sen Sana Düşeni Yap, Gerisini O`na Bırak
Sabırsız ve aceleci kişilikler, azm sahibi olamaz ve sonuç alamazlar. Azm seviyesinde iradeyi ortaya koymadan tevekkül (Allah’a güvenip dayanma) davasını güdenler, yine muvaffak olamayacaklardır. Zira tevekkülün öncesi, azm seviyesinde bir ön hazırlıktır.
İnsanın gücü kudreti nedir? Nerede başlar ve nerede biter? İstediği her şeyi yapma imkânına sahip midir? Yoksa elinden bir şey gelmeyen aciz ve zavallı bir varlık mıdır? Bütün bu sorular, tarih boyunca insanoğlunun gündemini işgal etmiş ve etmektedir.
Evet, insanın her şeye gücü yetmemektedir. Var olan istidat ve kudreti de Allah’ın ona ihsan ve ikramıdır. Kendi nefsine değil de Allah’ın yardım ve inayetine güvenerek yola çıkan kimselere neler lütfedileceğini kestirmek de imkânsızdır. Bu inanç, insanı acizlikten, ümitsizlikten, çaresizlikten ve zavallılıktan kurtardığı gibi, kendini putlaştırmaktan da korur. Herkese verilen özeldir. Kime ne verilmiş ise sorumluluk çerçevesi de o kadardır. Ancak ne verildiğinin keşfi ve daha neler verilebileceğinin tayini kolay değildir. İşte bu karanlık alanın aydınlatılması gerekmektedir. Burada ilâhî rehberlik imdadımıza yetişmektedir:
“…Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)
Evet, insandan beklenen bir işe azmetmek ve Rabbe güvenmektir. Azm, boş bir temenniden ibaret bir arzu değildir. “Keşke” diyerek oturduğu yerden bir şeyler kazanma hayali de değildir. Azm, içte güçlü bir irade ile bir şeyi yapmaya ciddi bir şekilde niyet etmek ve o işe teşebbüs etmektir. Kul böyle güçlü bir irade ile bir işe yönelince, Rabbimiz artık gerisini bana bırak demekte ve kuluna muvaffakiyet müjdesi vermektedir. Sonuç kulun istediği şekilde neticelenmese bile, onun için daha hayırlı olanın takdir edileceğine işaret edilmektedir.
Kuşadalı İbrahim Halvetî –kuddise sirruh- Hazretleri’nin şöyle bir sözü vardır: “Biz sûfîler zâhiren mutezilî, bâtınen cebrîyiz.” Yani her şey bizim elimizde imiş gibi gayret eder, sebeplere sarılır, her türlü tedbiri alırız ve fakat şunu da biliriz ki, hakikatte bizim değil O’nun (Rabbimizin) dilediği olacaktır. Bu itibarla da yalnız O’na güvenip teslim oluruz. İşte bu anlayış, benliğimizi putlaştırmaktan alıkoyduğu gibi Rabbe karşı da bir kulluk edebinin en güzel göstergesidir.
Tarih, azmeden fert ve toplumların muvaffakiyet destanlarıyla doludur.
Bedir Gazvesi’nde Allah Resûlü ve ashâbı, böyle bir azimle düşman karşısına çıktılar. Kendilerinden üç kat fazla olan müşrik ordusunu hezimete uğrattılar. Zira elindeki imkânları seferber edip şehâdeti göze alarak yola çıkan -az sayıda da olsa- bir gruba Rabbin lütfedeceği güç ve kudret, tasavvurların ötesindedir.
İspanya’da gemileri yakarak tam bir azimle yola çıkan Tarık bin Ziyad’ın bu duruşu büyük bir fethin kapılarını açmıştır.
Malazgirt’te kefenini giyerek harp sahasına atını süren Sultan Alparslan, azminin neticesinde Anadolu kapılarını İslam ümmetine açma bahtiyarlığına erişmiştir.
“Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u” sözüyle azmini ortaya koyan Sultan Fatih’e bu büyük fetih müyesser olmuştur.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Başarılı her bir ferdin hayatında da bu nevi azimler söz konusudur.
Azmin içinde iradeyi ortaya koymak vardır, sabır vardır ve sebat vardır. İradeyi ortaya koymak, basit bir şekilde gönülde bir şeyi yapma isteğinin doğması demek değildir. Bunun ötesinde bir anlamı vardır. Şu âyet-i kerime, iradenin teşebbüse dönüşen ciddi bir istek anlamında kullanıldığına işaret eder:
“Onlar (o münafıklar) eğer savaşa çıkmak isteselerdi (iradelerini ortaya koymuş olsalardı), elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı.” (Tevbe Sûresi, 46)
Hiçbir hazırlık yapmayan ve teşebbüse geçmeyen kimseler, iradelerini ortaya koymamış kimseler olarak takdim edilmişlerdir. İşte iradenin hakkı verilirse o yönde kapılar açılacaktır. Yine şu âyet-i kerimede bu sırra işaret edilmiştir:
“…Kim dünya menfaatini isterse (iradesini bu yönde kullanırsa), kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz.” (Âl-i İmrân, 145)
Ayrılma aşamasında bulunan ailelerinin parçalanmasını önleme maksadıyla aracı hakem rolüne soyunan kimselerin samimi istekleri (iradeleri) söz konusu olursa, başarıya erdirilecekleri de şöyle beyan edilir:
“Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse (irade ederlerse), Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır. (Nisâ Sûresi, 35)
Azmin böyle bir irade boyutu var olduğu gibi sabır boyutu da vardır. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitaben azm sahibi peygamberler gibi sabırlı olması istenmiştir:
“(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret.” (Ahkâf Sûresi, 35)
Görüldüğü gibi sabırsız ve aceleci kişilikler, azm sahibi olamaz ve sonuç alamazlar. Azm seviyesinde iradeyi ortaya koymadan tevekkül (Allah’a güvenip dayanma) davasını güdenler, yine muvaffak olamayacaklardır. Zira tevekkülün öncesi, azm seviyesinde bir ön hazırlıktır. Bu bir sünnetullahtır yani Allah’ın koyduğu ilâhî bir kanundur.
Adem Ergül 'ın Yazısı.