Itırlı Liman
Hong Kong yıllar önce geldiğimde İngiliz’di. Çin’le birleşmeyi istemeyecek kadar asil, gizemli, çekici ama bir o kadar da gürültülü ve kalabalık. Geçmişine sırtını dönmüş ışıldayan bir vitrin, ticaret ve yönetimde rakipsiz gururlu bir liderdi.
Kış gündönümünden sonraki ikinci ayda yeni yılı, fare öküze, pars tavşana teslim etti. Falcılara güvenmeyen imparatorlar astrolojiyi yasadışı ilan etse de halk evlilik, dostluk, iş hayatı ve çocuk için gökyüzüne danıştı.
Üç kere kontrol etmeme rağmen maalesef domuz yılında doğmuştum. Ne üzerimdeki etkisini sordum ne de özelliklerini. Zaten bu hayvanı sevmiyordum. Kadınlar Pazarı’nın uğultusu durup dinmeden devam ededursun, ben elimdeki çirkin, koca burunlu bibloya bakakalmış, almaya niyetlendiğim mührü, satıcı kadının indirimine rağmen tezgaha bırakmıştım. At, tavşan dururken nereden çıkmıştı bu sevimsiz hayvan. Oysa babaannem yanımda olsa hemen bir okur üflerdi üzerime. Maazallah böyle uğursuz şeyleri konuşmama bile dayanamaz falın, büyünün lanetinden bahsedip satıcı kadına cüzzamlı muamelesi yaparak beni oradan uzaklaştırırdı. Ben de öyle yaptım. Taklit çanta, gömlek, telefon, oyuncak, takı tezgahlarını dolaşarak kuşların satıldığı sokağa oradan da tapınaklara yürüdüm. İlk defa elim kolum boş çıkmıştım bir pazardan. Üç tane kuş satın alıp özgür bıraktım. Yanımdan geçen iki çocuk çığlık atarak şaşkın hayvanların peşinden koştu. Belli ki onlar kuşlardan daha mutluydu.
Hong Kong yıllar önce geldiğimde İngiliz’di. Çin’le birleşmeyi istemeyecek kadar asil, gizemli, çekici ama bir o kadar da gürültülü ve kalabalık. Geçmişine sırtını dönmüş ışıldayan bir vitrin, ticaret ve yönetimde rakipsiz gururlu bir liderdi. Afyon savaşlarıyla kazandığı bu kimlik pek de kalıcı olmamış, Çin’e iadesinden sonra bayrağı değişmiş ve paraların üzerindeki Kraliçe Elizabeth’in resmi de silinip unutulmuştu.
Bu şehir dümdüz denize inen ızgara yolları, gökdelenleri ve rutubetli, yapış yapış havaya rağmen serin, hatta buz gibi alışveriş merkezleriyle Uzak Doğu’nun New York’uydu. İngilizler çıkınca ister istemez şehrin gerçek kimliği ağır basmaya başlayıp, İngilizce bilen taksi şoförü kalmamış, levhalardaki yazı karakterleri değişmişti. Eczanelerin yerini kuru ot, kertenkele bacağı ve rengarenk baharatlar satan iğrenç kokulu dükkanlar almıştı. Nezleydim. Gözümden bile yaş akıyordu ve ben karanlık, sıcak bir akşamüzeri alternatif tıbba sırtımı dönüp, saatlerce eczane aradım.
Hong Kong’da Feng Shui’ye* göre yüzlerini suya dönüp yükseldi binalar. Akvaryumda kırmızı balıklar yüzerken küçük çocuklar fıskiyeli havuzlarda oynadı. Aslan ve ejderha korudu binaları ve ejderhanın suya ulaşması için gökdelenlerin ortasında kocaman birer boşluk bırakıldı. Tapınakta denizlerin efendisi mavi sulara dönmüş iklimleri ayarlarken dört yüzlü Buda insanlara doğru yönü göstermeye çalışıyordu. Boşalmaya yüz tutmuş bir balıkçı köyü olan Aberdeen’i, uzun kumsalıyla Repulse Bay’i gezip Jumbo restoranda balık yedikten sonra otele Peninsula’ya döndüm. Lobide uzun bir kuyruk beş çayı için sıra bekliyordu. Keten gömleğim buruşuk, ayakkabılarım tozlu, karnım aç ve yorgundum. Kendimi şık giyimli kadınlar, takım elbiseli adamlar arasında yabani, dışlanmış ama kuyruk beklemediğim için de bir o kadar şanslı hissederek asansöre ulaşmaya çalıştım. Ne kadar istesem de bu lobide üstümdeki kıyafetlerle bir fincan çay yudumlamama bile izin yoktu. Benim de odama çıkıp iki dirhem bir çekirdek giyinip aşağı inmeye takatim kalmamıştı.
Yeşil, beyaz renkli, iki katlı eski bir feribotla şehrin karaya bağlı, yoğun, eski bölgesinden ayrılıp Hong Kong adasına geçiyorum. Rüzgar nemli havayı bir anda değiştiriyor. Gözümü kapadığımda tuzlu deniz kokusu bana buharı tüten çayları ve mis kokan simitleri hatırlatıyor. Gökdelenlerin arasından zar zor görünüyor yeşil tepeler. Elimde yarısı yenmiş bir simit olsa bile onu paylaşacak martıları yok bu limanın.
Yüz yirmi yıllık finüküler bazen korkutacak kadar dikleşen yolda, süslü apartmanların, bambu tarlalarının ve tropik çiçeklerin yanından ilerledi. Körfezin baş döndüren manzarası yavaş yavaş ortaya çıktığında hangi camdan dışarı bakacağımı şaşırdım. Zirveye vardığımda kahve alıp rengarenk dükkanlara, mis kokan çöreklere arkamı dönerek yürüyüş yoluna saptım. Birkaç ihtiyar, ufak tefek Asyalı, kendilerinden beklenmeyecek çeviklik ve ahenkle çimlerin üstünde t’ai-chi** yapıyorlar, ellerindeki kenarı püsküllü kılıçlar bir sağa bir sola savrulurken birbirlerine değmeden, takılmadan, kendi gölgeleriyle savaşıyorlardı.
Gece hava karardığında son kez limana yürüdüm. Gökdelenlerin ışığı gökyüzünü kör etmiş, ne falcılara yol gösterecek ne de deniz suyuna yansıyacak bir yıldız kalmamıştı. Saat kulesine doğru yürürken yerdeki altın sarısı yıldızları ve üzerlerindeki el izlerini fark ettim. Deniz kenarına karate yapan, film çeken, dans eden heykeller sıralanmıştı. Ünlüler caddesine düşmüştü kayıp yıldızlar.
Big Buda’ya gitmek için bindiğim teleferik dağların tepesinden, nehirlerin ve yürüyüş yollarının üstünden geçerken ayaklarımız cam zeminde garip şekiller alıp, kasılmıştı. Altımızdan geçen ağaçlar, kayıklar bile yukarıdan daha ürkütücü ve sıra dışı görünüyor, duyulması belki de imkansız olan çarkların sesi, gökyüzüne gerilmiş tellerin gıcırtısı kulaklarımda yankılanıyordu. Ne olur ne olmaz diye sımsıkı yapıştığım metal borular terden ıslanmıştı. Keşke pazardaki kadının falıma bakmasına izin verseydim. İnanmasam da herkese vadettiği uzun ömür, bilinmez aşk, yeni iş ve üç güne kadar önüme çıkacak heyecanlı sürpriz hayallerine dalarak. Ayaklarımın altında uçan kuşları zevkle seyreder, ufukta denizin kayboluşuna bakabilirdim. Hava kararmadan bir yıldız kaydı. Dilek tutmadım.
* Evrenin, doğanın güçlerini ve titreşimlerini dengeleyerek, hayatta başarıyı, sağlığı ve zenginliği sağladığına inanılan bir yöntem.
**Günümüzde çoğunlukla sağlık ve uzun yaşam amacıyla kullanılan bir felsefi spor.
Hande Berra'ın Yazısı.