Abdullah Güner

1980’lerden günümüze hikâyeleri ile edebi yolculuğunu sürdüren Cemal Şakar, halen edebistan.com adlı internet sitesinin yayın yönetmenliğini ve TRT TÜRK’te yayımlanan Gündem Edebiyat programının danışmanlığını yürütüyor. Öykü ve denemelerini, Hece, Hece Öykü ve İtibar Dergisi’nde yayımlamayı sürdürüyor. Cemal Şakar ile Türkiye’de hikâyeciliği ve Portakal Bahçeleri kitabını konuştuk.

30 yılı aşkın süredir hikâye yazıyorsunuz. Yazı serüveninizin odağında neden hikâye vardı?

Edebi türleri seçmemizin karakterimizle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. En azından benim için öyle oldu; bir gün kendimi öykü yazarken buldum. Bu buluşmanın herhangi bir rasyonel açıklaması yok.

Sabırsız, heyecanlı biriyimdir; iyi bir şeyi dostlarımla hemen paylaşmak isterim. Mesela romancıların sabrına her zaman şaşmışımdır, yıllarca oya işler gibi metni işlemek galiba hiç bana göre değil.

Türkiye’de nasıl bir hikâyeciliğin malul olduğunu düşünüyorsunuz? Sizin hikâyede önemsediğiniz temel meseleniz nedir?

Söyleşinin imkânları içinde Türk öykücülüğünü değerlendirmek mümkün değil. Genel konular üzerine konuşurken, ister istemez genelleme yapmak zorunda kalıyorsunuz ve genellemeler birçok istisnayı yok sayıyor. Oysa edebiyat bu istisnalar üzerinden yürüyor.

Edebiyattaki genel yönelimler hem yazarları hem de okurları bir atmosfer olarak kaplıyor; onun içinde nefes alıp veriyoruz. Genel olan her zaman vasatı da belirlediği için, iyi öykünün bu vasat içinde mümkün olduğunu düşünüyoruz; okurken de onu seçiyoruz, yazarken de. Oysa gerçek damar bu vasatın, genelin dışında atıyor. Ama genelin dışında kalmanın bir bedeli vardır, görmezden gelinirsiniz, vasata uymadığı için anlaşılmazsınız, beğenilmezsiniz.

Aslında benim öykü, edebiyat diye bir meselem yok. İslam diye bir meselem var. Öykü de bu meselemin bir parçası, ondan bağımsız değil.

Portakal Bahçeleri kitabınızda klasik öykü kalıplarının dışına çıkarak farklı bir öykü kaleme aldığınızı görüyoruz. Bu hikâye kitabınız nasıl ortaya çıktı?

Öykü dediğimiz, nihayetinde bir sözü güzelce söylemenin bir yolu. Ama benim için öncelik her zaman güzelce söylenecek olan sözdür.

Bir söz gelip boğazınıza düğümlendiğinde, onu mutlaka söylemek istersiniz, yoksa boğazınızda o yumruyla yaşayamazsınız. Sizi boğum boğum boğan bir söz varsa, o mutlaka kendini yolunu, mecrasını bulur.

Sizin farklı bulduğunuz öykülerim, biraz söylenecek sözü öncelememle ilgili herhalde. Sonrasında bu sözü daha güzelce nasıl söylerim kaygısı kendi biçimini buluyor, diye düşünüyorum.

Kitabınızda, Hasan Aycın’la birlikte düşünerek kaleme aldığınız bir öykü bulunuyor. Hasan Aycın’la olan dostluğunuzun ve yazı arkadaşlığınızın hikâyenize nasıl bir katkısı oldu?

Üniversite yıllarımdan beri Hasan abiyle kopmaz bir ilişkimiz oldu. Onun, öyküme katkıdan önce kimliğime katkısı olmuştur. Üniversite yıllarım, düşünsel savrulmalar arasında geçiyordu. O zaman güzel dostlarım oldu, bana rehberlik yaptılar, onlarla ilişkim hiç kopmadı, bugünlere kadar geldi. Her zaman dostluklarını, görüş ve önerilerini önemsedim.

Öyküm hep bu savrulmaların, arayışların gölgesinde serpildi. Kimliğime yaptıkları katkı her neyse, öyküme de yansıyan onlar oldu.

Savaşlarla, acılarla yoğrulan bir coğrafyamız var. Bizim coğrafyamızın hikâyesi yazılabiliyor mu?

Bardağa neresinden baktığımızla ilgili bir durum. Edebiyatın istisnalar üzerinden yürüdüğünü söylemiştim; elbette yazılıyor, ama yazanlar genel öykünün dışında, kıyısında kalıyor; belki bu yüzden de çok fazla görülmüyorlar.

Şimdilerde bir yarışma nedeniyle orta öğrenim çağlarındakilerin öykülerini okuyorum. Öykülerin yarıdan fazlasının teması Ortadoğu. O zaman şunu söyleyebiliriz; öykümüzün geneli, geleceği kaçırıyor. Hayattan, siyasetten bağımsız bir edebiyat olamaz; olsa da köksüz olur. Bunun en güzel örneği edebiyat tarihidir; unutulan yazarların niye unutulduğuna, niye okunmadığına yakından bakmak aydınlatıcı olabilir.

Son olarak, hikâyeye yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz? Okumak için onlara başlıca hangi kitapları önerirsiniz?

Klasik bir tavsiye: Çok okumak, çok yazmak, yazdıklarını yırtıp atıp yeniden yazmak. Kendiyle samimice yüzleşen biri, yazdıklarının ne zaman gün yüzüne çıkacak bir kıvama geldiğini bilir zaten.

Bu kez yabancılardan söz edelim isterseniz: Andrey Belıy, Petersburg; Jorge Semprun, Büyük Yolculuk; Heinrich Böll, Trenin Tam Saatiydi; Wolfgang Brochert, Bu Salı; Jonathan Safran Foer, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın; Mihail Bulgakov, Üstat ile Margarita; Siegfried Lenz, Almanca Dersi; Catherynne M. Valente, Ölümsüz; Elias Canetti, Körleşme; Andrey Platonov, tüm eserleri.


GENÇ'ın Yazısı.