Bir pazar günü daha sona ererken Annecy’nin rengi mor. Güneş dağların arkasında kaybolduğunda ağaçların gölgesi kararıyor ve suyun üstüne yıldızlar düştüğünde mor bir boşluğa dönüşüyor göl.

Avrupa’da ülkeleri ayıran keskin sınırlar, dikenli teller ve yükselen duvarlar yok artık. Bir sokakta üç, dört dil birden konuşuluyor. Sağ, sol kavgası bitmiş, şehirler ne kırmızı ne de yeşil. Millet kavramı kaybolmasa da solmuş, silikleşmiş.

İsviçre’nin karlı dağları, kırlarda otlayan inekleri ortadan kaybolmuyor Fransa’ya geçince. Binlerce ayçiçeği karşılıyor beni. Nehirlerin, ağaçların ve çiçeklerin ülkesi yok. Bir kasabaya kimliğini binalar, yollar, tabelalar ve kokular kazandırıyor. Annecy ekmek kokuyor. Ben ne kadar acıktığımı fark ederek kanalın kenarında ilk bulduğum kafeye oturuyorum. Yaz güneşine rağmen bunalmadan eski binalardan sarkan çiçekleri, bir sağa bir sola yalpalayarak yüzen ördekleri, bisiklete binen gençleri seyrediyorum. Şehir hem tanıdık hem yabancı.

Kanalı takip ederek, tahta köprülerden geçip, kemerli dar sokaklarda dolaşıyorum. Sıra sıra dizilmiş dükkanlar. Peynirler, çikolatalar, şapkalar, çantalar vitrinlerde. Kanal küçük bir kilisenin altında kaybolup şaşırtıyor beni ve suyun sesini takip ettiğimde bir Orta Çağ şatosu çıkıyor karşıma. Demirli pencereleri ve görkemli kapısıyla bir hapishane.

Kanaldan uzaklaştıkça şehir modern ve yeni yüzünü gösteriyor. Alışveriş merkezleri ışıl ışıl. Trafik yoğun. Herkesin bir acelesi var ve kimse etrafında olup bitenin farkında değil. Sadece yayaların girebildiği eski şehirleri sanırım bu yüzden daha çok seviyorum. Birkaç dakika önce ben şatonun fotoğrafını çekerken yaşlı kadın uçuşan kelebekleri izliyor. Küçük çocuksa dondurmasını dudaklarından bir an olsun ayırmadan kuğuları gösteriyordu arkadaşına.

Annecy, bir dağ gölünün kıyısına kurulmuş Fransa’nın Venedik’i olarak tanınan bir Orta Çağ kasabası. Su pırıl pırıl ve gölün etrafı ulu ağaçlarla çevrili. Deniz bisikletlerinin pedalı döndükçe arkalarında beyaz iz bırakarak uzaklaşırken kürekçiler bir ritim tutturmuş durgun suda kayarak ilerliyor. Çimlerin üstüne yatmış güneşleniyor gençler.

Bir pazar günü daha sona ererken Annecy’nin rengi mor. Güneş dağların arkasında kaybolduğunda ağaçların gölgesi kararıyor ve suyun üstüne yıldızlar düştüğünde mor bir boşluğa dönüşüyor göl.

Yol boyunca bir görünüp bir kaybolan köy evleri, çan kuleleri, meyve bahçeleri ve çiçek tarlalarını arkamda bırakıp Evian’da bir kahve molası veriyorum. Çiçek süslemeleriyle meşhur Yvoire’e daha fazla zaman ayırabilmek için alelacele tekrar yollara düşüyorum. Güneş ne kadar parlarsa parlasın dağların serinliği camdan içeri doluyor. Desenli kaftanıyla bir Senegalli karşılıyor beni. Otoparkın yanına tezgahını açmış. Tahta heykeller, boncuk kolyeler Afrika’nın sıcağını, çölün kokusunu taşıyor. Köşeyi döndüğümde rengarenk çiçeklerle bezenmiş tahta panjurlu köy evleriyle karşılaşıyorum. Her köşe bir kartpostalı, yağlı boya bir tabloyu andırıyor. Küçük dükkanlarda dantel yastıklar, keten örtüler ve mis kokulu sabunlar. Dondurmalar o kadar güzel görünüyor ki önünde uzayıp giden kuyrukta dakikalarca bekleyebilirim.

Göl kenarına indiğimde iskeleye bir yolcu vapuru yanaşıyor. Gülümseyerek, birbirleriyle konuşarak merdivenlerden inen turistler alelacele şatoya doğru yürürken ben kumsalda tek başıma soğuk suların ayaklarımı ıslatmasına ve kumların parmaklarımı saklamasına izin veriyorum...


Hande Berra'ın Yazısı.