İhsan İnsanı Köle mi Yapmalı?
“İnsan, karşılığını veremeyeceği bir ihsan karşısında o ihsanı yapana karşı, düşmanlık hissiyle dolar.” Bu duygudan kurtulmanın yolu, ya ihsan edenin beklentisiz olması ya da ihsan edilenin o ihsanı hak edeceği bir karşılık vermesine fırsat verilmesidir.
Hayatın ve ölümün varlık sebebi, insanın en güzel davranış modelini ortaya koyabilme sınavında başarılı olabilmesidir. Rabbimiz böyle buyurur. Bu sebepledir ki, Allah katında methedilen ve razı olunan kulların en önemli özelliklerinden birisi de, “Rabbine tam bir teslimiyet göstererek, tüm varlığa karşı en güzel kıvamda ve en güzel üslupta güzellikler sergileyebilmektir.” Buna “ihsan kalitesi” diyoruz ve bunu gerçekleştirene de “ihsan” kıvamında Müslüman adını veriyoruz.
İhsanın bir boyutu da bir başkasına iyilik ve ikramda bulunmaktır. İhsanın ihsan olması için, hem yapılanın, hem yapılma üslûbunun güzel olması, incitici olmaması esastır. Özellikle insan onurunu zedeleyen, ona maddi ya da manevî yük bindiren, daha ötede insanı köleleştiren ihsana ihsan demek doğru değildir.
“İnsan, ihsanın kölesidir” denilmiş ise de insanı köleleştirmek için yapılan ihsanlar, hakikatte ihsan kelimesine bir zulümdür. Yaptığı ihsan karşısında, insanın zatını esir edenden daha materyalist kim olabilir? Firavun mantığının bir uzantısıdır bu. İşte bu anlayışın ya da bakış açısının karşısında durabilecek yegâne düşünce, Kur’ân’ın inşa ettiği düşüncedir. O da, ihsanın karşılığını kullardan değil, Allah’tan bekleyecek bir bakış açısı ile hareket edebilmektir. Zira insan, fıtratı gereği karşılıksız harekete geçmez. Bu karşılığı kullardan beklemek, ihsanın kalitesini bozmaktır. İnsanın onurunu zedelemektir. Elbette ihsan gören kimse, ihsan ediciye teşekkür nezaketinde bulunmalıdır. Ancak böyle bir teşekkür beklentisi bile, ihsan kıvamını zedeleyicidir.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan şöyle nakledilir:
“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah olunca, ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «Hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve kalan son üçte biri öğütüp ondan tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.”
Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sâdece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh, onları o günün fenâlığından korur; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsân Sûresi, 8-11)
Âyet-i Kerîme’de Cenâb-ı Hakk’ın medhettiği kulların, infakta bulunurlarken; “…Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz…” dedikleri beyân edilmektedir. Fakat o cömert kullar, bunu açıkça muhtaçların yüzüne karşı değil, içlerinden ve hâl lisanlarıyla söylerler. Bu nükteye işâret etmek için, âyet-i kerîmedeki “derler” tâbiri açıkça söylenmeyip, dolaylı ve gizli olarak ifâde edilmiştir.
“İyilik ettiğin kimsenin şerrinden kendini koru” anlamında bir Arap atasözü vardır. Hâlbuki iyiliğin iyilik doğurması gerekir. Bu sözü söyleten sır nedir? Tolstoy’un şu açıklaması bu sırrı açıklar niteliktedir:
“İnsan, karşılığını veremeyeceği bir ihsan karşısında o ihsanı yapana karşı, düşmanlık hissiyle dolar.” Bu duygudan kurtulmanın yolu, ya ihsan edenin beklentisiz olması ya da ihsan edilenin o ihsanı hak edeceği bir karşılık vermesine fırsat verilmesidir.
İhsanın ihsan olarak kalmasını temin için, son derece hassas bir nezaket gözetmek zaruridir. Şöyle bir hadise anlatılır:
“1948 senesinde Hacc’a gitmek serbest bırakılır. Şeyhu’l-kurrâ Abdurrahman Gürses Hoca da bu imkândan istifade etmek isterse de maddi durumu buna fırsat vermez. O sırada kendi câmi cemaatinden bir şahıs, hocaefendiye:
“Hâfızım, bizimle Hacc’a gelir misin?” diye bir teklifte bulunur, o da kabul eder.
Birkaç gün sonra yola çıkarlar. Deniz yoluyla gittikleri için seyahatleri uzun sürer. Kendisini hacca götüren o şahıs, yol boyunca uğradıkları yerlerde ve mukaddes topraklarda sık sık hocaefendiye:
“Hâfızım, gel Kur’an oku! Hâfızım gel, hâfızım git, hâfızım yat, hâfızım kalk.” der ve etrafındaki insanlara da:
“Bu benim hâfızımdır” diye takdim eder. Tabii bu durum hocaefendinin canını sıkar, ama hiçbir şey söylemez.
Nihayet İstanbul’a dönerler. Hocaefendi aradan birkaç gün geçmeden, Halıcılar caddesindeki iki katlı evini satmayı kararlaştırır ve hemen emlâkçıya gider. Satış işlemleri tamamlandıktan sonra evin parasını alır ve hiç vakit kaybetmeden kendisini hacca götüren şahsın yanına gider. Hemen konuya girerek şöyle der:
“Sebeb-i ziyaretim şu: Bana hep sorup duruyorlar, hacca gidip geldiniz, ne kadar masrafınız oldu? Ben de tabii cevap veremiyorum, mahzûru yoksa sizden öğrenebilir miyim?”
Bu sözler karşısında çok şaşıran o şahıs, hocaefendinin ısrarlı tutumunu görünce, harcadıkları paranın miktarını söylemek mecburiyetinde kalır. Bunun üzerine Abdurrahman Gürses Hoca cebinden parayı çıkarıp, masanın üzerine bırakır ve şunları söyler:
“Ben ne senin ne de başkasının hafızıyım. Okuduklarımı geçmişlerim için okudum, onlara bağışladım. Al şu parayı! Hadi bana müsâde...”1
Dipnot: 1- Fatih Çollak, Abdurrahman Gürses Hocaefendi, s. 99-100.
Adem Ergül 'ın Yazısı.