Efendim; günümüzde insanlığın, en çok dûçâr olduğu nefsânî zaaf ve ihtiraslardan kurtulup, fert ve toplumun huzur ve saâdete erebilmesi için bilhassa riâyet edilmesi gereken ahlâkî düsturlar nelerdir? Bu fazîletlere âit birkaç misal verebilir misiniz?

Bu sorunuzu, şu misalle cevaplayalım:

Rivâyete göre, Cenâb-ı Hak, peygamberlerden birine rüyâsında şöyle vahyetmiştir:

“‒Sabah olduğunda ilk karşılaştığın şeyi ye,

–İkinci karşılaştığın şeyi gizle,

–Üçüncüyü kabul et, isteğini reddetme,

–Dördüncüyü boş çevirme, arzusunu yerine getir,

–Beşinciden de kaç, aslâ onun yanında durma!”

Sabahleyin o peygamberin karşısına ilk çıkan şey, simsiyah ve kocaman bir dağ oldu. Peygamber, durdu, şaşırdı ve hayretler içerisinde:

“Rabbim bana, karşıma ilk çıkan şeyi yememi emretmişti, acaba bunu mu yiyeceğim?! Fakat ben, bu hâlimle şu koskoca dağı nasıl yiyebilirim!” dedi. Sonra da kendi kendine:

“Rabbim gücümün yetmeyeceği şeyi emretmez.” diye düşünerek büyük bir hayret ve dehşet içerisinde dağa doğru yürümeye başladı. Dağa doğru yürüdükçe dağ küçülüyordu. Tâ ki, yanına varınca iyice ufaldı ve bir lokma hâline geldi. Peygamber de onu yuttu. O lokma, kendisine baldan daha tatlı geldi. Peygambere denildi ki:

“‒İlk karşılaşıp yediğin bu şey, gadaptır. O ilkin dağ gibi olur. Eğer sabredilip yutulabilirse sonunda baldan tatlı hâle gelir.”

[Öfke, kötü ahlâkın en korkuncu, en felâketi ve en müthişidir. Aklı ve gönlü perdeleyen korkunç bir gaflet hâlidir. Bütün cinnet ve cinâyetlerin ayrılmaz bir vasfı olan öfke, insanın iç dünyâsını “kin, intikam ve husûmet” gibi şerlerle dolduran fecî bir musîbettir. Nitekim hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluşun yegâne çaresi ise, muvâzeneyi bozmadan sükûnetle îman gücüne ve sabır silâhına sarılmaktır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)]

Allah Teâlâ’ya hamd ederek yoluna devam eden peygamberin önüne, bu defâ içinde hazine olan altından bir tas çıktı:

“Rabbim, bana bunu gömmemi emretmişti.” diyen peygamber, hemen bir kuyu kazıp o hazineyi iyice derine gömerek yoluna devam etti. Geriye dönüp baktığında, hazine yerin üstüne çıkmıştı. İkinci, üçüncü defa gömdü, ama hazine her defasında yerin üstüne çıkıyordu. Bunun üzerine kendi kendine:

Ben, bana emredilen şeyi yaptım.” diyerek yoluna devam etti.

Daha sonra kendisine bu hazinenin, sâlih ameller olduğu haber verildi. Zira sâlih ameller, riyâdan korunmak için her ne kadar sahibi tarafından saklanırsa da, dâimâ ortaya çıkar.

[Halk arasında şöyle bir darb-ı mesel vardır:

“İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Hâlık bilir.” Yani o iyilik, mutlaka bir gün karşına çıkar.

Cenâb-ı Hak, amellerinin sâlih olmasına gayret eden ve ibadetlerini sırf rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için yapan samimî kulunu sever ve sevdirir. Böyle bir mü’minin iç dünyasındaki güzellikler, dış dünyasına da akseder. O kimsenin elinden, dilinden ve gönlünden bütün mahlûkat istifade eder. Herkes, o karakter ve şahsiyet sahibine hayran kalır.]

Üçüncü olarak peygamberin karşısına bir serçe kuşu çıktı. Arkasından gelen bir şahin de onu yakalamak ve yutmak istiyordu. Kuş, can havliyle:

“‒Ey Allâh’ın peygamberi, bana yardım et. Beni şahinin şerrinden koru!” dedi. Peygamber de onu merhamet ve şefkatle kabul edip elbisesinin içine sakladı. Arkasından gelen şahin:

“‒Ey Allâh’ın peygamberi, ben açım, sabahtan beri o avın peşindeyim, rızkımı ver, rızkıma mânî olma, beni boş çevirme!” dedi.

Peygamber kendi kendine; “Üçüncüyü kabul edip isteğini reddetmemek, dördüncüyü de boş çevirmeyip arzusunu yerine getirmekle emrolundum.” diyerek çaresizlik içinde düşünmeye başladı. Zira iki emre de itaat etmek zorunda idi. Yani hem serçeyi muhafaza edecek hem de şahinin rızkına mânî olmayacaktı. Tek çareyi, kendinden ferâgat etmekte buldu. Baldırından bir parça et koparıp şahine verdi. Eti alan şahin gitti. Serçe de kurtulmuş oldu.

Daha sonra bunun hikmeti de peygambere şöyle bildirildi:

“Sana sığınan kuş, bir kimseye güvenerek ona emânet bırakan kişiyi; şahin ise, ihtiyacını arz eden bir muhtâcı reddetmemek, hattâ kendin o şeye muhtaç olsan bile onu isteyene vermek gerektiğini temsil etmektedir.”

[Kendinden koparıp verebilmek, “îsâr” hâlidir. Bu hâl, peygamberlere ve sâlih kullara âit yüksek bir meziyettir. Cenâb-ı Hakk’ın indinde, mükâfâtı çok büyüktür. Zira âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur:

“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)]

Yürümeye devam eden peygamberin karşısına beşinci olarak, kokuşmuş bir cîfe çıktı. Ondan tiksindi, iğrendi ve hemen kaçarak oradan uzaklaştı.

Cenâb-ı Hak, peygamberine daha sonra, gördüğünde tiksinerek kaçtığı şeyin gıybet olduğunu, insanların gıybetini yapanlardan da şiddetle kaçması gerektiğini bildirdi.

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

(O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkân, 72)

Gıybet, İslâm kardeşliğini bozan, toplum düzenini altüst eden, birlik ve beraberlik rûhunu öldürerek kalplere kin ve husûmet tohumları saçan büyük günahlardan biridir. Böyle olmakla beraber birçok kimse, câhilâne bir düşünce ile, söylediğinin gerçek olmasıyla kendisini avutur. Hâlbuki gıybet, zâten gerçek olan bir kusurun, sahibinin gıyâbında söylenmesidir. Gerçek olmayanı söylemek ise iftirâdır. Bunu düşünmeyerek, bir kişinin, sözlerinin doğru olmasıyla tesellî bulması ve yanlış yolda devâm edip gitmesi, ne büyük bir gaflettir!

Nitekim Rasûlullah bir gün:

“–Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sormuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dediler. Hazret-i Peygamber:

“–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurdu.

“–Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu.

“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa ona iftirâ ettin demektir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 40/4874)

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“…Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun…” (el-Hucurât, 12)

Âyet-i kerîmede gıybetin; “ölmüş kardeşinin etini yemek” şeklinde tasvîr edilmesi, bu cürmün ne kadar ağır olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bir insanın eti, diriyken dahî murdar ve haramdır. Ölmüş kardeşinin kokuşmuş etini, üstelik bir de iştahla yiyebilmek, ne kadar dehşetli bir aklî, kalbî ve ahlâkî bozulmanın ifâdesidir.

Velhâsıl gıybet, nefse mağlûb olmanın, kalpteki yanlış duyguların ve kötü ahlâkın bir göstergesidir. Bu sebeple dildeki en zehirli hançer olan gıybetten de şiddetle sakınmak îcab eder.] (İhsan Muhammed Dahlân, Sirâcü’t-Tâlibîn, Beyrut 1421, I, 344)

Cenâb-ı Hak, rızâsı istikâmetinde bir Ramazân-ı Şerîf idrâk etmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân buyursun…

Âmîn…


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.