Batı’nın, Batıcı’ların, Batırıcı’ların, hakikati Bastırıcı’ların ve ruhu Baltalayıcı’ların en büyük başarısı işte budur: Kitapları yasaklamaya gerek yok, (asrımızda her ne kadar ‘tablet’lere binlerce e-kitap sığdırılabilse de) artık kitap okumak isteyen kimse yok.

80’li yılların hemen başı... Balat’ta bir kahve... Müdavimleri genelde bitirim tipler... Beş yaşında bir çocuk, üzerindeki yeleği pantolonunun içine sokmuş, bir eliyle gazoz şişesini kavrarken, diğer eliyle masanın üzerindeki kâğıdı karalıyor. Otuzlarında bir adam, altmış-yetmiş yaşlarındaki birine bir şeyler anlatıyor ve şöyle soruyor: “Dayı sen eski kulağı kesiklerdensin, ne dersin bu işe?” Çocuk konunun ne olduğunu anlamıyor, lâkin ‘dayı’ diye hitap edilen kişi, elindeki zarları bir hışımla tavlaya vurunca, irkiliyor ve iyiden iyiye dikkat kesiliyor. Pala bıyıklı dayı şöyle diyor: “Böyle müptezellik olmaz!.. Bu benim ne kitabıma uyar, ne de kitabımda yazar!..”

Çocuğun hayatının merkezinde, boyama ve resimli kitaplardan başka bir şey olmadığı için, o masumluk içinde, aklından şöyle geçiriyor: “Vay!.. Bu ‘dayı’nın yazmış olduğu bir kitabı mı var?..”

Aradan yıllar geçince, anlayacaktı ki o çocuk, “dayı”nın yazmış olduğu bir kitap elbette yoktu; kitap diye vurgulanan husus ise aslında “ahlâk”tı. Tüm yapıp ettiklerimizde kendini gösteren, ruhî muvazeneyi ortaya koyan, ruhun merkezî fakültesi “ahlâk”... Semavî yahut beşerî tüm dinlerin, tüm siyasî akımların, tüm ideolojilerin, hâsılı insana hitap eden soyut veya somut her şeyin olmazsa olmazı ahlâk... Her kitap, bir ahlâk taşır, bir ahlâkı vaaz yahut ilham eder. Ve her ahlâk davasının, en az bir kitabı vardır. Kitaplaşmayan ahlâk davası, anlatıcıları-bildiricileri ne kadar başarılı olursa da olsun, bir noktada tıkanır.

“Kitap, yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıtadır” diyen Büyük Doğu Mimarı, (bkz. Allah Kulundan Dinlediklerim) devamında şu hükmü getirir:

“İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne kadar da hiç unutulmadı.

Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsanoğlunun ebedlerce fethede ede bitiremeyeceği sonsuzluk…

Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık cehde, kitaplık çapa, kitaplık yapıya, hakikî oluşun temel şartı gözüyle bakarlar. Onlarca kitap, yarını nişanlayacak ses güllesinin biricik mancınığı…”

Bu şerh altında anlaşılıyor ki, günübirlik mevzular bir tarafa, bireyi ve cemiyeti; değiştirici, dönüştürücü, yenileyici, ıslah edici, inkılâp ettirici fikir ve ahlâk davası KİTAPSIZ ol(a)mayacaktır. Bu hem kemiyet planında olması (mevcut bulunması), hem de keyfiyet planında değer görmesi (okunması ve amel edilmesi) mânâsını da taşımaktadır. İşte tam da bundan dolayı “derin dünya imparatorluğunun elitleri”, kitaba düşman gözüyle bakmaktadır. Başka bir ifadeyle, yığın olarak gördükleri insanlığı, kitapsız bir hayat yaşamaya sürükleme peşindedirler.

İster “hız-haz” kültürü diyelim, ister “modern toplum” veya “tüketim ekonomisi” diyelim, tümünün istemediği insan modelinin başında “sahici okuyan adam” vardır. “Görüntü-izleme” kültüründe insan pasif konumda iken, okuma kültüründe aktif durumdadır. Buna en iyi örneklerden biri şüphesiz sinemadır. İzleyici edilgen (pasif-yönlendirilen) iken, okuyucu etken, düşünen, sorgulayandır. Kitabî altyapının kaybolması neticesindedir ki güya her şeyden anlayan-bilen, ama tek cümlelik derinliği olan, yani tefekkürsüz, derinliksiz insanlardan kurulu bir asırda yaşamaktayız. Ve bundan dolayı da, asrın insanının karakteristik özelliklerinin başında; tutarsızlık, samimiyetsizlik, vefasızlık, faziletsizlik, çilesizlik, bedavacılık gelmektedir. “Düşünmeyen-sorgulamayan” adam tipolojisi, tam da tüketim kültürünün istediği, ihtiyaç duyduğu insan profilidir.

İnsan ruhu “kitap”tan yoksun, üç şekilde bırakılır. Birincisi, kitaplar kemiyet planında olsa da, mânâ derinliklerinin aşağı çekilmesi, buna yol verilmesidir. Bugün piyasaya sunulan (piyasa kelimesine dikkat lütfen, döviz piyasası gibi), zincir marketlerde iyi satılır düşüncesiyle yazılan, salatalık reyonunun karşısında duran kitaplar maveraî duygulara ne kadar ilham kaynağı olabilir?.. Daha somut ifade edelim, kişisel gelişim bireysel başarı kitapları bu kadar çok satılırken, günümüz insanı neden zulüm ve zalimlikte Ortaçağ ile yarışır durumdadır?.. Neden trafikte basit bir yol verme meselesi yüzünden insanlar öldürülmektedir? Kastımız elbette kişisel gelişim kitaplarının bu sonuca yol açtığı, yahut tamamen önemsiz oldukları değildir. Altını çizmek istediğimiz husus, açıktır ki, insan çok bilgili, lâkin diğer tarafta da zalim olabileceği gerçekliğidir, aynen bir diktatör gibi. Demek ki mesele, bilgiden öte, -Andre Gide’in Günlük’ünde de zikrettiği gibi- ahlâk davası meselesidir ki, bu da, kişisel gelişmişlikle değil, bir bütün onu oluşturan parçalardan çok daha fazla bir şeydir hikmetince, toplumsal gelişmişlikle ölçülür. Tıpkı teknolojinin gelişmesi, iletişim imkânlarının artmasının, insanlığın değerini yükseltmediği; akşam evde dünyanın öbür ucunu canlı olarak izlerken, “aç mıdır, tok mudur”dan belki geçtik de, kapı komşumuzun ölü mü, diri mi olduğundan haberimiz olmaması gibi... Neticede, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, gazetelerin 3. sayfaları, dört gün önce ölüp, kokudan şüphelenen ve kapıyı açtırmak için polis çağıran, sorumlu-vefakâr (!) komşularla dolu...

Birinci maddeyi John Ruskin ile toparlayacak olursak, Ruskin (Susam ve Zambaklar adlı eserinde) kitapları ikiye ayırıyordu: “Günlük kitaplar ve her zaman için gerekli kitaplar.” Buradaki kastımız günlük kitapların ehemmiyetsizliği değil, fazlaca ehemmiyet vehmedip, “her zaman için gerekli” kitapların yerini almasıdır. Zira Ruskin, ilk tip kitaplara, “aslında bunlara kitap değil, iyi bir şekilde basılmış mektuplar veya gazeteler demek daha doğru olur” diyerek, ikinciye yol vermesi ölçüsüyle kıymet atfediyordu ki biz de bu görüşe kesinlikle katılıyoruz; zatıyla değil de, köprü olması nisbetince değerli eserler olarak yaklaşılmalıdır. Kıymeti kendinde değil, vasıtalık ettiği eser(ler)dedir ve bunu başarabildiği ölçüde kendi de kıymetlidir.

Kitaptan yoksun bırakmanın ikinci yöntemi ise açıktır ki doğrudan olandır. Yasaklama, yakma, yazarları hapse atma, evlerinde sakıncalı (elbette, kime göre, neye göre sakıncalı?) kitap bulunduranları tutuklama vesaire... Bunun örneklerini, Anadolu coğrafyasının son 100 senesinde yaşayanlar çokça müşahede etmiştir. (Misal, Millî Şef döneminde Kur’an okumanın bile yasak olduğunun şahidleri hâlâ hayattadır.) Birçok fikir adamı, şair, edebiyatçı hayatlarının önemli bir kısmını cezaevinde geçirmiş; birçok talip de, kitap okudukları için envai çeşit işkence görmüştür. Bu noktada, hatırlanırsa, Ray Bradbury’nin 1953 yılında yayımladığı ve adını kâğıdın 451 Fahrenheit’ta tutuşmasından alan (yaklaşık 230 derece), “Fahrenheit 451” isimli romanı, tam da doğrudan kitapsız bırakmaya örnektir. İtfaiyecilerin yangın söndürmek yerine, kitapları yaktığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurmanın suç olduğu bir gelecekte geçmektedir. Eser bir bakıma, bizim “nefs-i emmare”nin düzeni dediğimiz kapitalizm ve tüketim toplumuna bir gönderme, keskin bir taşlamadır.

İmdi, kitap okuyan (düşünen-sorgulayan) insan, belki tarihte de, kötü iktidarlarca pek muteber değildi. Çok kitap yasaklandı, çok kitap yakıldı. Ama varlık içinde yokluk boyutu hiçbir zaman 21. yüzyıla denk olmadı. Kitaptan yoksun bırakmanın üçüncü ve çağımızda “Yeni Dünya Düzeni Tasarımcıları”nın başarıyla uyguladığı işte bu yöntemdir. Milyonlarca kitap var fakat okutmamak ve okumamak için de her şey devrededir. Niçin? Çünkü tüketim-israf kültürü, şuurlu-düşünen adam istemez. Onun aradığı, taklit eden adamdır. Zindandaki kölenin “özgürüm” diye bağırması ne kadar ahmakçaysa, “bu tarz benim” diyerek ortalıkta salınan, orta malı psikolojisinde “taklit”, özgünlük ve özgürlük kavramlarıyla perdelenir. Bundan dolayı, gazetelerde, falancanın kıyafeti, filancanın evi, daha bir başkasının ne yemek yediği sürekli gündem olur. Haftasonu eklerinin, “bugün ne yapsak?” bölümünde; alışveriş yapın, tatile çıkın, AVM’de dolaşın, konsere gidin gibi onlarca öneri görürsünüz ama asla bize şunu önermezler: “Bu haftasonu sakince evde otur ve şu okkalı kitabı sindire sindire oku.”

“Televizyon Öldüren Eğlence “isimli eserinde Neil Postman şöyle bir hüküm getirir:

“Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley`in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür hâline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki âlemleri ve tek başına iple asılı bir tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.”

Ezcümle, Postman, Orwell’in değil, Huxley’in haklı çıktığını söylemektedir.

Batı’nın, Batıcı’ların, Batırıcı’ların, hakikati Bastırıcı’ların ve ruhu Baltalayıcı’ların en büyük başarısı işte budur: Kitapları yasaklamaya gerek yok, (asrımızda her ne kadar ‘tablet’lere binlerce e-kitap sığdırılabilse de) artık kitap okumak isteyen kimse yok.

Dolayısıyla mücerret fikir istidadı da yok!..

Sözü, mir kelam ile bitirelim. Ne diyordu Üstad:

“Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!

Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe girişti. Bunu düşün!..”


GENÇ'ın Yazısı.