Yüksekte olmama rağmen ağaçların altında oynayan çocukları, muz satıcısını, sallanan koltukta uyuklayan kadını, hasır şapkalı adamın kahve bardağını çok net görüyordum. Deklanşöre bastığımda kırılan bardaktan kan aktı.

Küba İspanyolların. Bu kıtanın yerlileri kayıp. Amerika’nın ilk olmasa da son kaşifi vahşetin kapısını araladığında lanetlendi. Yerlilerin nefesi dokundu Küba’dan Sevilla’ya giden kemiklere. Şimşek çaktı alev alev tabutu titreterek, rüzgar olmadan başladı fırtına ve mezardan mezara taşınırken toprağın altında kayboldu Christopher Colombus.

Trinidad yolu üstünde Fransızların Haiti’den gelip yerleştiği Cienfuegos’a uğrayıp deniz kenarında bir kahve içtim. Yanında ne küçük kurabiyeler ne de kaşarı erimiş bir tost vardı. Küba’da süslü pastaların dizildiği vitrinler, mis kokan fırınlar yok, marketlerdeki raflar boş, bir kutu yumurta almak için girilen karne kuyrukları uzun, patlıcan, lahana ve çürük mandalinadan başka malı olmayan manavın kasası paslı. Kahve, bira ve Mojitodan* başka içecek bulmak imkansız. 1887’den beri faaliyet gösteren tahta koltuklu, zarif locaların sıralandığı, tavanları resimlerle bezeli tiyatroyu, el sanatları pazarını gezdikten sonra puro fabrikasına gittiğimde ağır, eskimiş, odunsu biraz da is kokan bir hava vardı. Her gün aynı sert iskemlede, aynı işi tekrar tekrar yapan kadınların dudaklarından alınmıştı tebessüm. Parmakları sararmış, yarı çıplak, sıcağı, rutubeti ve birkaç ısrarcı sineği kabullenmiş, kalın, ince, uzun, kısa ama dünyadaki en kaliteli puroları baldırlarında değil de önlerindeki tahta tezgahta yuvarlıyorlardı.

Köle ve şeker ticaretiyle zengin olan Trinidad’a geldiğimde hava kararmıştı. Sokak lambalarının ışığı o kadar kısıktı ki sadece birer gölgeydik eski şehirde yürüyen. Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda ayaklarımın sesini duyarak, biraz korku biraz da merakla dolaşırken rengarenk binalar soluk, çan kuleleri ürkütücüydü.

Sabahın ilk saatlerinde şehrin çehresi değişmiş, yüksek tavanlı binalar parlaklığına kavuşup müzik başlamıştı. Sivri sakalını ileri uzatmış dev bir keçi, üç iri adamın oturduğu arabayı çekerek geçti önümden. At arabası okula giden öğrencilerle doluydu ve camı olmayan otobüs tıklım tıklım her çukurda sarsılarak ilerledi.

Cama yapışmış, pencere demirleri arasından bakan kırışık, yorgun ve donuk yüzler, parlak renklerle boyalı tablolar, sokak ortasında dans eden çocuklar, eski kocaman Amerikan arabaları, ağızlarında kalın bir puro, yağlı saçlarının arasına sıkıştırdığı solmuş plastik çiçekle fotoğraf çekilmeyi bekleyip para isteyen kadınlar bu şehre çok yakışıyordu ve ben kalabalık dünyanın gerisinde kalıp, 1950’lerde geçen bir film sahnesinde internete bir türlü ulaşamadan elektrik kesintilerini olağan karşılayarak dolaştım. İçinde yaşadıkları tabiata benziyordu Kübalılar. Birbirlerine kenetlenmiş şeker kamışları kadar yakın, yüksek palmiyeler kadar ulaşılmaz, muz ağaçları kadar geniş ve rahat.

Yirmi birinci yüzyıla ulaşamadan yarı yolda kalmış bu ülkede, Fidel Castro bir Amerikan başkanıyla yıllar sonra ilk defa konuşurken sokakta alkış tutan, bağrışan, korna çalan halk elli yıllık ambargonun kalkacağını ümit ediyor, Amerika ise sadece esirlerin değişimi için pazarlık yapıyordu. Mavi kireç sıvalı, derme çatma tren istasyonunda konuşulan tek konu buydu. Ne lokomotifin önünü kesen at arabasının ne de rayların üstünde can çekişen tavuğun farkına varan olmadı. Ananemin sakladığı oyuncak trene benziyordu. Belki ondan bile yaşlıydı. Eski şeker kamışı tarlalarının arasında, köprülerin üzerinde o kadar yavaş ilerliyordu ki bisikletli çocuklar bile daha hızlıydı. Şeker kamışı patronunun beyaz verandalı evi göz alıcıydı ve yanında yükselen gözetleme kulesinin nankörlüğünü bilmesem hayran kalırdım bu topraklara. Ben tırmandıkça uzadı kule, her katta daha ileriyi gördüm. Elimde kaçan köleleri avlayacağım bir silah yoktu. Fotoğraf makinem boynumda tırmandım. Yüksekte olmama rağmen ağaçların altında oynayan çocukları, muz satıcısını, sallanan koltukta uyuklayan kadını, hasır şapkalı adamın kahve bardağını çok net görüyordum. Deklanşöre bastığımda kırılan bardaktan kan aktı.

*Havana içkisi rom, limon, nane ve şeker.


Hande Berra'ın Yazısı.