“Bilginimizin bir sonu vardır, ama cahilliğimizin asla sonu yoktur.”

Bilimi yeniden tanımlayan adam. Platon, Hegel ve Marks’ta totalitarizmin kökenlerini belirleyen Avusturyalı düşünür. Felsefeci olmayı özür dilenmesi gereken bir şey olarak gören felsefeci. İnsanın yanıldığını haykıran, çağımızın en önemli bilim felsefecilerinden biri: Karl Popper.

Hem Fizik Hem Müzik

Tarihler 1902’yi gösterdiği sıralarda Viyana’da avukat bir babadan ve müzisyen bir anneden dünyaya gelir. Kitaplarla dolu bir evde büyür ve bu kitapları okuması hususunda sürekli teşvik edilir. Üniversite öğrenimi sırasında matematik, fizik ve felsefe okur. Bilgi teorisi çerçevesinde birtakım felsefi problemler üzerinde düşünmeye başlaması 20’li yaşlarında başlar. Viyana’da marangoz çıraklığı yaptığı yıllarda ustası A. Pösch ile yaptığı konuşmalar onda felsefi problemlerin uyanmasına vesile olur. Üniversite yıllarında aldığı derslerden psikoloji ve müzik, felsefi problemlerin çözümünde önemli yere sahip olmuştur. Zira 1928’de doktorasını verdiğinde felsefenin yanı sıra psikoloji ve müzik tarihinden de imtihana girer.

Viyana Çevresi isimli felsefi ekolden etkilendiği açıktır ama bu ekole hayatı boyunca bağlı olduğunu söylemek yanlış olur. Bir süre sonra kendi çizgisini oluşturmuştur. Bir dönem Avusturya’nın güçlü sosyal demokrat partisinin şiddetli savunuculuğunu yapar. Orta öğretimde matematik ve fizik dersleri verir. Sosyal hizmet görevlisi olarak yoksul çocuklarla ilgilenir. Einstein’ın Viyana’da görelilik kuramı üzerine verdiği konferans, onu sıradan bir Avusturyalı olmaktan çıkarıp bu yazının konusu yapacak ve bilim tarihinde önemli bir yere getirecek ilk kıvılcımdır.

“Platon’un Büyüsü”

1933-1945 arası yıllarda Almanya’da iktidara gelen Naziler korkunç bir baskı rejimi kurmuşlardı. En çok baskıyı da şüphesiz Yahudiler görmüştü. Zaten bunu gözümüze soktukları onlarca dramatik filmden biliyoruz. Bu baskı esnasında kaçabilen binlerce Yahudi bilim adamı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yayıldılar. Popper’da Naziler’den kaçan bir Yahudi idi. (Daha sonra Protestan oldu.) Önce Yeni Zelanda’ya ardından da İngiltere’ye gitti ve burada kendi döneminin en önemli bilim filozofu ününü kazandı. Üniversitelerde felsefe dersleri vermeye başladı.

Karl Popper’ın özellikle ilgilendiği alanlardan biri, bilimsel kuramların neden var olduğu ve başarılı olanların nasıl başarılı oldukları sorusudur. Bilimsel Araştırmanın Mantığı (1934) adlı eserinde ve ayrıca Varsayımlar ve Çürütülmeleri (1963) adıyla yayımlanan seminer notlarında bu soruları ele alır. Tarihselciliğe net bir biçimde karşı çıkmıştır. Tarihselci düşünceyi totaliter düşüncenin temel bileşenlerinden biri olarak görmüştür. Tarihselciliğin Sefaleti (1936) adlı kitabında bu konudaki çalışmalarını yayımlamıştır.

En meşhur eseri kuşkusuz Açık Toplum ve Düşmanları’dır. (1945) İki cilt olarak yayımlanan bu eserinin ilk cildinde, ünlü kadim Yunan filozofu (ki kendinden sonraki tüm felsefi tartışmaların merkezinde olacaktır) Platon (bizde daha çok “Eflatun” olarak bilinir) üzerine yoğunlaşır. Alt başlık “Platon’un Büyüsü”dür.

İkinci ciltte Hegel ve Marks’tan bahseder. Ona göre Marksizm’in sorunu bilimi yanlış kullanmasıdır. Marks ve tarihselciler (Hegel de dahil) insanlık tarihinin “bilimsel” prensiplere göre öngörülebileceğine inanmıştır. Popper ise bunun mümkün olmadığını iddia eder. Çünkü toplumların gelişim süreci içerisinde edindikleri bilgi, tarihi öngörülemeyecek biçimlerde etkiler. Temelde, özgürlük öngörülememezliktir.

Bilim Yanlışlanabilir Olandır

Popper hem kendi siyaset felsefesinde hem de bilim felsefesinde ortak yanlar olduğunu belirtir. Her iki alanda da ortak olan, insanın yanıldığı, yanılgılarından da ders çıkarabildiğidir. İnsanın yanılgılarından ders çıkarmaya istekli olmasına, yanılgılar aramasına “aklî tutum” adını verir. Eleştirel olmak, yani aklî tutum sergilemek onun felsefesinin temelini oluşturur. Kendinden sonraki felsefi tartışmaları, özellikle bilim felsefesi tartışmalarını derinden etkilediğini rahatça söyleyebiliriz. Popper’dan önce bilim, mutlak doğruyu ve tartışma götürmez hakikatleri ifade ederken, o buna itiraz etmiş ve bilimin en önemli kriterinin yanlışlanabilir olduğunu söylemiştir.

Kendisinden önce bilimin doğrulanarak ilerlediği görüşü hakimdi, yeni hakikatler ortaya çıkarıldıkça bir yığın olarak ilerler deniliyordu. Popper ise farklı bir şey söyledi ilk defa. “Bir şeyin bilim olabilmesi için yanlışlanabilir olması gerekir. Başkalarının yanlışlamalarıyla ilerler bilim.” Siz bir teori ortaya atarsınız başka biri o teoriyi iptal edecek bir şey söyler, bir başkası da onu olumsuzlar ve bu hep böyle devam eder. Çürütülebilirliği bilimsel çalışmanın ölçütü olması gerektiğini savunur. Hipotezlerin, onları üretmeye yönelik teşebbüsleri teşvik edecek biçimde tasarlanması gerektiğini söyler. Gerçek bilimsel teoriler, teorinin başarısız olmasına neden olacak karşı örnekleri arar. Popper bu yaklaşıma eleştirel rasyonalizm adını verir. Kendisini David Hume ve (daha önce burada yazdığımız) Immanuel Kant’ın varisi olarak görür.

“Komplo Teorisine Dikkat Çekmeyi Umut Ettim”

Felsefe tarihinin önemli isimlerinden biri olan Feyerabend, onun için “mini Kant’ımız” der ve onun birçok görüşüyle dalga geçer. Bir felsefeciden daha çok bilgi kumkuması olduğunu iddia eder. Popper, kendi bilim tasarımının oluşmasında dört teorinin etkili olduğunu söyler: Marks’ın tarih teorisi, Freud’un ruh çözümleme teorisi, Adler’in birey ruhbilimi teorisi, Einstein’ın görelilik teorisi.

Yazımızı onun sözleriyle bitirelim: “Cehaletin sadece bir bilgi eksikliği değil, bazı kötü niyetli güçlerin işi olduğu, zihinlerimi sapkınlaştırıp zehirleyen, saf olmayan, şeytani etkilerin kaynağından geldiği ve içimize bilgiye karşı direnme tohumunu ektiği yönündeki komplo teorisine dikkat çekmeyi umut ettim.”


Yusuf Temizcan'ın Yazısı.