Açılışlarda Kur’ân’ı Kerim pastası kesmek, Kabe maketi ile kutlu doğum etkinliği yapmak, gül şeklinde helva dağıtmak, üçüncü sınıf tiyatro oyunları ile anma programı düzenlemek… Düşünceyi, estetik bakışı, tasarımı ve sanatı önemsemeyenlerin sığ üretimleridir bunlar.

Son günlerde kimin evine gitsem karşılaştığım iki süs unsuru var. İnternette “Allah ve Muhammed bibloları” olarak satılıyor ve kitaplıkları, son model vitrinleri, mermer sehpaları bu biblolar süslüyor. Aynı fabrikadan çıkmış, ortalama birim fiyat ile satılmış belki yeni bir sektörü canlandırmış bu ürünleri halkın niye almış olduğunu anlayabilirim. Kişi belki de Allah’a yakınlaşmak için bir ‘hatırlatıcı’ olsun diye evinin en güzel yerlerine koyuyor bu bibloları. Ama bir sanat arayışı ve kaygısı ile alıp evine yerleştiriyorsa bilin ki ortada büyük bir sorun var.

Ataları sanat dehası olan insanlarız. Hat, tezhip, ebru, kündekari, minyatür gibi pek çok alanda mükemmele yaklaşmak adına ter dökmüş insanların torunları olarak güdükleşmiş, sıfırlanmış sanat algımızı yeniden imar etmemiz gerekiyor. Cumhuriyet’in bir miktar öncesi ve sonrası kendi benliğimizin ve kültürel mirasımızın üzerine kaçak yapı gibi kondurulan ve dayatılan batılı sanat anlayışı yüzünden sanata tümden küsmüş olabiliriz. Yıllarca geçim kaygısı, maişet derdi, var olabilme kavgası ile başka alanlara yönelmemiş de olabiliriz. Kendi kimliğimizi yeniden bulmak adına kan kaybetmiş, düştüğümüz yerden kalkmaya çalışırken türlü sancılar çekmişiz bu da doğrudur. Ama kendimizi bulduğumuz yerde güzel olanı da bulmamız gerekiyor. Mimariden, en ufacık bibloya kadar üç boyutlu olan ne varsa en güzel olanın rızası doğrultusunda en güzel şekilde yeniden imar edilmesi/tasarlanması gerekiyor.

Kampanyaları, ucuzlukları, mevsim sonu indirimlerini takip eden Müslümanların sanat konusunda hiçbir arayışa girmemeleri, aslında ‘gerçek bir mevsim sonu ürünü’ olan hat, tezhip ve ebru ile bezeli o muazzam sanat eserlerine, pahalı bularak dudak bükmeleri gerçekten çok acıdır. Sanata bile tüketim gözlüğü ile bakmak, ucuz ve ışıldıyor diye demir döküm bibloları alıp evin baş köşesine koymak gerçekten çok incitici. Taksitle piyasada ne var ne yoksa evine taşıyan insanların göz nuru dökülmüş, en ince detaylarına kadar matematiksel hesaplarla dizayn edilmiş bir levhaya en azından kalplerini bırakıp gitmeleri gerekir. Kalp orada dururken, artık ne alsalar kusurlu/eksik olacaktır.

Üç boyutlu formların sanatsal şekilde yoğrulmasına heykel deniliyor. Ama biz batılı bir anlayışla üretilen, sadece canlı figür ve suretlerinden oluşan heykel ile tanıştırıldığımız için ‘dini kaygılarımız’ yüzünden heykelcilikten uzaklaştık. Resimden de öyle. Oysa aynı kaygıyla bu dallarda ‘soyut’ sanatın en güzel eserlerini Müslümanlar verebilirdi. Tek tip biblolara, ucuz bakır kabartmalı levhalara, kavşaklara kondurulmuş meyve heykellerine mahkum olmazdık. Müslümanların soyut düşünme eksikliğini son zamanlarda daha çok görüyoruz. Açılışlarda Kur’ân’ı Kerim pastası kesmek, Kabe maketi ile kutlu doğum etkinliği yapmak, gül şeklinde helva dağıtmak, üçüncü sınıf tiyatro oyunları ile anma programı düzenlemek… Düşünceyi, estetik bakışı, tasarımı ve sanatı önemsemeyenlerin sığ üretimleridir bunlar.

Kars’taki insanlık anıtına ‘ucube’ denildiğinde insanlar ikiye ayrılmıştı. Neye ucube denildiğini konusunda karmaşa yaşanmıştı. O heykelin Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin türbesinin karşısında olmasına “burada ucube durmuş” denilmişti aslında. Peki kimdir Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri? Onu da bilmiyoruz. Pek çoğumuz onun topraklarımızda bir zamanlar nefes alıp verdiğini bu olay sayesinde öğrendi. O olay esnasında gördük ki, heykelden anlayanlar tasavvuftan, tasavvuftan anlayanlar heykelden, bazıları her ikisinden, bazıları da hiçbir şeyden anlamıyordu. Batılı bir anlayışla bir taşı yontup şekil veren heykeltıraşa ne kadar uzaksak, bir halkı yontarak insan-ı kâmil olma yolunda önderlik eden insanlara da o kadar uzağız.

Belki de asıl mesele yine orijinden sapma meselesidir. Ülkemizde halkı, hiçbir estetik ve sanatsal özelliği olmayan büstler önünde saygı duymaya zorlayan anlayış ile heykeli şirk mecrasından çıkarıp sanatsal açıdan değerlendirme yetisinden fersah fersah uzaklaşan ayrı bir anlayışın çatışması da bu yüzdendir. Oysa bir tapınma nesnesi olarak heykel artık listelerimizin en sonunda yer almaktadır. Artık sistemler, liderler, kariyer, mal, para, şöhret listenin ilk sıralarındadır. Nefsimizin kulluğundan soyunmamızı isteyen Harakani Hazretlerini dinleyerek şirkten uzaklaşmak yerine, eski bir şirk nesnesi olan heykelden uzaklaşmak bize yetiyorsa burada orijinden sapmıyor muyuz sizce de? O meşhur tabir ile, vardan var eden insan ile, yoktan var eden İlah arasındaki keskin çizgiyi heykelli veya heykelsiz sürekli idrak içinde olmak gerekmiyor mu?


Ayşegül Genç'ın Yazısı.