‘‘Müsterih ol amca’’ diyerek, dualarını alıp, şöförümüze hareket edebileceğimizi söyledim; gönül depomun, daha fazla hacmi olmadığından, içindekini, gözlerimden dışarı taşıracağı endişesiyle, hızlıca...

Şühedâ gövdesi dağları, taşları arkamızda bırakıp, Çanakkale’den uzaklaşırken, akşam ezanının yaklaşmasıyla ilk gördüğümüz minâreye yönelme kararı aldık. Çoğunluğu Kur’an kursu öğrencisi bir otobüs yolcuyuz.

Girdiğimiz köyün adı Adatepe’ydi. Caminin önüne otobüsümüzü park ettik; bu ara şöförlerimiz, mazot filitresindeki bir aksaklığı gidermek için kolları sıvadılar.

Hazırlıklarımız bitti ve camiye girdik. Aman yâ Rabbi! Alışılmadık biçimde dolu bir köy câmii. Hanım kızlarımız, kendilerine ait bölüme geçtiler; namaza başlandı.

Mihraptaki genç imam efendi, öyle güzel bir kıraat ile namaz kıldırıyordu ki, bir sürç-i hâl midir bilmem ama, akşam namazının farzının 3 rekattan fazla olmasını arzulayıverdiğimi hissettim.

Hele “hüvalla hüllezî” okunurken, gözlerimizi kapatsak, kulağımıza fısıldayan biri, bizi Süleymâniye, Sultan Ahmet vb. bir yerde olduğumuza inandırabilirdi.

Camiden çıktık, neredeyse bütün cemaat, bize “hoş geldiniz” demeden oradan ayrılmadı. Birkaçı, kim ve nereli olduğumuzu sorarak hasbihâl bile etti.

Erkek, kadın, herkesin, köyde, o akşamki düğüne iştirak etmek için akın akın bir mahalleye doğru yöneldiğine şâhit olduk. Öğrendik ki, burası, 650 hânesiyle, Çanakkale’nin en büyük köyüymüş ve şükür ki birbirlerine bağlılık gelenekleri olabildiğince devam ediyormuş.

Otobüsümüze geldiğimizde, aksaklığın giderilemediğini, bilâkis, tamirciye de ihtiyaç oluştuğunu gördük.

Camiden çıkan amcalar hemen ilgilenip, köyde, tamircilik mesleği olan bir iki kişiyi aradılar. Bir abi çıktı geldi, mevzuyu anladı, düğün dâveti için giydiği kıyafeti değiştirip geleceğini söyleyip, arabasına atladı gitti ve kısa sürede yağ ve mazot aromalı bir tamirci kıyafetiyle çıkageldi.

O işini yapadursun, benim yanıma yaşlıca bir amca yaklaştı. Elimden tuttu, başımı kendine çekip gözlerimden öptü.

"Benim ismim Ârif, dedi... 81 yaşındayım. Gençliğimde bir hesap yaptım, ömrümün 40 senede birine bir hac koydum, 2 kere hacca gittim. 80’den fazla yaşayacağımı kestirmiyordum. Verdiğim söze göre 3’üncü hacca gitmem gerekiyor ama görüyorsun ki bastonla zor idâre ediyorum; nasıl olacaksa bu iş?" dedi... Dondum kaldım. Ne diyebilirdim ki? Elinden öptüm ve teselli sadedinde “Ârif dede, o iki haccın da kabul olmuştur inşallah, üzülme.” diyebildim.

Otobüsümüzün ön tarafına çok güzel bir ev köpeği yanaşmış, öğrencilerimiz, martılardan arta kalan simitlerden o köpeğe ikramda bulununca, simit taliplisi köpek sayısı birden 6, 7, 8 oluvermişti. Hepsi de oldukça bakımlı ama biraz yaşlı ev köpekleriydi; üzerlerinde de anlaşılması güç bir çekingenlik vardı. Bizimkiler, hepsinin karnı doyacak kadar, otobüste ne varsa ikram etti.

Yatsı ezanı vakti gelmesine rağmen işimiz uzayınca, kız öğrencilerimiz, cami bahçesinde bir köşecikte ezanı beklemeye koyuldular. Erkekler de aynı bahçede birikmeye başlayınca, yeni vazifesi için camiye gelen o genç imam kardeşimiz, erkek cemaate çıkıştı:

"Gadınlaa buuda, eekeklee buuda, oluu mu? Hadin, hadin, içeri, hadiiin!"

Cemaat, ânında itaat etti ve erkekler camiye doluştu. O cemaatte öyle güzel bir hâl vardı ki, kızlarımızın, unutarak, bütün prizleri şarj için işgâl etmesi bir yana, farzda, o telefonların dıtlamasına, biplemesine, titremesine hiç “cık cık” çekmediler.

Namaz bitiminde, tâmirin bittiğini, eli yüzü yağ ve mazot içinde kalmış o tamirci köylünün, şoförlerimizin para teklifine “misafirsiniz, misafirsiniz!” diyerek, hışımla karşı çıkıp arabasına atlayıp âdetâ kaçtığını gördük.

Yakındaki çay ocağından bize ara ara çay ikramında bulunan çaycı köylü dâhil, oradaki herkese defâlarca teşekkür edip ayrılacakken, bu sefer başka bir ihtiyar kolumu tuttu ve serî bir şekilde şunları söyledi:

"Oğlum, biz namazdan önce, arabanızdan yiyecekler getirip karınlarını doyurduğunuz köpekleri görünce kahrolduk! Bunlar köyümüzün köpekleri değil. 3-5 gün önce getirip bir pikap köye döküp gittiler. Anlaşılan, zenginlerindi, usanınca böyle yaptılar. Bizi hâlen yabancısadıklarından, günlerdir elimizden bir şey yemiyorlar. Artık dayanamayınca, sizde ne buldularsa yediler. Aman yanlış anlamayın, biz, kendi köpeğini beslemekten geri duran köylüler değiliz, e mi yavrum..."

"Müsterih ol amca" diyerek, dualarını alıp, şöförümüze hareket edebileceğimizi söyledim; gönül depomun, daha fazla hacmi olmadığından, içindekini, gözlerimden dışarı taşıracağı endişesiyle, hızlıca...


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.