S. Bilgehan Eren

Oscar Wilde’ın kinayeli ifadesini hatırlayalım: “Moda denilen şey o kadar kötüdür ki, onu altı ayda bir değiştirirler.” Spencer’in sosyolojiye mâlolmuş tarifine kulak verecek olursak moda; «toplumun alt kademelerinde yer alan kişinin, üst kademede yer alanları taklit etmesi»dir.

"Görmek için evvela görecek göz, sonra görülecek şey ve nihayetinde de ışık unsuru lâzım” der İslâm velisi. Diyelim ki göz bizim gözümüz, görülecek şey de bizim, peki ya “ışık”? Kimin ışığı altındayız? Hani giyim mağazalarında vardır ya, kıyafet renklerini yanlış algılamamıza yol açan... Kimlerin ışığı altında, kimlere nisbetle, kimlerden hareketle görüyoruz? İstediğimiz kadar “göz bizim gözümüz” diyelim, kendi güneşini bul(a)mayan-gör(e)meyen, diğerinin ışığına muhtaç kalır. Hem de öyle bir muhtaç kalır ki, bu zafiyet gözleri kamaştırır, o ışığın, kendi aydınlığı olduğunu sanmasına yol açar. Yalancı ışıklar altında, beyazı siyah, siyahı beyaz görmek ise kaçınılmazdır. Uzatmadan söyleyelim, Müslüman gibi ibadet edip (!), kâfir gibi muhakeme etmemiz ve beşerî ilişkilerimizi -iş, aile, okul vs.- buna göre tanzim etmemiz maalesef seküler dünyanın bize en büyük gölge oyunudur.

İşte bundan dolayı, ister modernite, ister deist toplum yapısı, istersek de seküler hayat tarzı diyelim, tüm bunlar insanı “değer” olarak değil de “kaynak” olarak görür. İnsanın “kaynak” olarak görüldüğü noktada da insan “değer”sizleşmiştir. Ve bu değersizleşen insanın güya fiyakalı bir ismi de vardır: Homo-economicus. Eşref-i mahlûkat olan, yâni yaratılmışların en şereflisi olan insan, artık sadece “ekonomik-rasyonel insan”dır; en az çaba ile en fazla faydayı elde etmeye çalışan insan modelidir. Daha doğrusu, insan modeli değildir de insan müsveddesidir. Bu müsveddenin iman ettiği dinin ilk emri “tükettiğin kadar insansın!” safsatasıyken; ilâhı para, kıblesi (istikameti) moda, peygamberi (kılavuzu) ise markadır.

Kelime sayımızın elverdiği ölçüde, öncelikle “marka” ile başlayalım. İş dünyasında “marka” konusunda otorite kabul edilen Al&Laura Ries, “pazarlama”yı; «muhtemel tüketicinin zihninde marka inşa etmek» olarak görür. Zira bugün çoğu ürün ve hizmet satılmamakta, satın alınmaktadır. Markalar ise bu süreci oldukça kolaylaştırmaktadır, çünkü bir bakıma marka demek, “ön satış” demektir. Ve global markalar için aslî mesele, önce pazarda yer almak değil, zihinlerde yer almaktır. Hattâ “tanım” olarak, iş gide gide kalbe kadar da varmıştır. Küresel bir reklâm ajansı olan Saatchi&Saatchi’nin Ceo’su Kevin Roberts -meâlen- şöyle diyor: “Önce ürün vardı. Sonra bu ürünler markalara dönüştü. Markalaşmayanlar yok oldu. Şimdi marka evriminde yepyeni bir noktaya, lovemarks aşamasına gelindi.” Yâni âşık olunan markalar safhası.

Lütfen bu ifadeye dikkat edelim, “âşık olunan markalar” mı?!.. Yahut şöyle soralım, hani yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz ya, muhafazakâr gençlik falan, “Bir Müslüman’ın bir markaya âşık olması (tercih etmesi demiyoruz) normal midir? Ve bu marka ister başörtüsü, isterse de erkek saati olsun; peki bu bariz bir şekilde, mal ve dünya sevgisinden başka nedir?”

AVM’lerde, hele ki bunlar “outlet” diye tabir edilenlerse, içinde bulunan mağazalara -fiziken ve kalben- dışarıdan hiç dikkat ediyor muyuz? Ortada bulunan indirimli ürün reyonlarının etrafında insanlar adeta tavaf eder vaziyettedir. Öylesine yüksek bir konsantrasyonla, öylesine vecd içinde...

Zihne ve kalbe ayar veren türlü vasıtalarla ruhu iğdiş edilen günümüz insanı, içinde bulunduğu metropollerin yalnızlaştırıcı, sıradanlaştırıcı, pasifleştirici etkilerine de maruz kalarak, tüketimi, diğer “birey”lerle -markalar vasıtasıyla- bir “iletişim aracı”, bir “kimlik”, bir “yaşam tarzı”, “statü” kazandıran bir araç hâline getirmiştir. Lâkin bu öyle bir hedonist araçtır ki, ihtiyaçların tatmini için değil, arzuların tatmini için kullanıldığından (neticede ihtiyaçlar sınırlı, nefsin istekleri ise sınırsızdır) bağımlılık hiç bitmez ve bir süre sonra da amaç hâlini alır.

Diğer yandan “marka”, “moda” aracılığıyla lüks tüketim demektir; aşırı tüketim, yâni israf. Peki, nedir moda? Öncelikle Oscar Wilde’ın kinayeli ifadesini hatırlayalım: “Moda denilen şey o kadar kötüdür ki, onu altı ayda bir değiştirirler.” Spencer’in sosyolojiye mâlolmuş tarifine kulak verecek olursak moda; «toplumun alt kademelerinde yer alan kişinin, üst kademede yer alanları taklit etmesi»dir. Bu noktada “moda”dan kastımızın sadece kıyafet olmadığının, bunun düşünce ve kültür hayatımızı da kapsadığının altını çizmekte fayda var.

Üretim ve tüketimi besleyen “moda”, beğenme, takdir ve taklit yoluyla, toplumda hem farklılaşmaya, hem de aynılaşmaya yol açar. Sınıf kimliğini meydana getirir ve yansıtır. Tüketiciye sunduğu “sembolik” mal ve hizmetler vesilesiyle maddî değerlerinin çok ötesinde, belli bir sınıf kimliğiyle benzeşmesine, aidiyet kurmasına yardımcı olur ve kültürel anlamını da öne çıkararak da tüketiciye “özel olma” hissini tattırır. Özel olmak, aynı zamanda “ayrıcalıklı” olmaktır. Ve elbette tamamen “görüntü-görünme-gösterme” üzerine kurulu bir yapıdır. Giyim kuşamdan mobilyaya, teknolojik ürünlerden eğlence anlayışına, eğitim-öğretimden tatil tercihlerine kadar, (şimdilerde başlıca zemin de sosyal medyadır) hemen her şey “göstermelik”tir. Zira “moda” aracılığıyla fertler, sadece “beğeni” ve tarzlarını değil, kendilerine göre “ayrıcalıklı” oluşlarını da sergilerler.

Ayrıca “moda”nın belki en can alıcı yanı, cinsellik ve beden üzerine kurulu olmasıdır kuşkusuz. Defilelerde sergilenen kıyafetlerden öte, asıl konu, o kreasyonları hangi mankenlerin taşıyacağıdır. Sunulan asıl şey ise, bir sonraki sezon ne giyileceğinden ziyade, sanki, sunumu yapanların bizzat kendileridir.

İmdi mevzunun bize bakan yönünü de belirtelim: “İsraf”ın olduğu yerde İslâm ahlâkının yüceliğinden söz edilemeyeceği bir tarafa, bugün peşi sıra türeyen “İslâmcı modacı” yahut “İslâmî moda” gibi şahsiyetsiz kavramların, aslında köklerini İslâm’a tamamen zıt yerlerden devşirdikleri, ancak bunu kendi nefs aynalarında süflî cilâlar atarak pazarladıkları ve İslâm’ın ruhunda olmayan “teşhir panayırını” ona eklemeye çalıştıklarını önemle vurgularız. İslâm’ın fazilete göre yaşamanın hakikatini temsil etmesine binaen, İslâm’ın “güzel ahlâk” olduğu, güzel ahlâkın “edep” olduğu, edebin “hadde riayet” olduğu düsturunca; maddî ve mânevî cephesiyle haddi aşan tüm bu işler, bize ancak “edebi edepsizlerden öğrenme” ölçüsü dâhilinde, öyle olmaması gerektiğinden başka bir şey vermez ve tarafımız bu mübtezelliğin yanı değil, tam karşısıdır!

Toparlayacak olursak, “moda”nın Fransız İhtilâli ile birlikte iki tohumlayıcısından biri kabul edilen Sanayi Devrimi ve onun yetiştirdiği insan modeli, tüketicidir. “Derin Dünya İmparatorluğu’nun Elitleri” ise global kapitalizm aracılığıyla, istatistikî bir kavram olan tüketiciden, moda ve markalar vasıtasıyla sadık -itaatkâr- müşteriler meydana getirmiştir. Bu aynı zamanda, insanoğlunun ‘teklik’ten, ‘tektip’leşmeye doğru gitmesi anlamına da gelmektedir.

Zenginleşmeye ve tüketim ile daha çok haz almaya odaklanan insanoğlu, kendini özel hayatına hapsetmiş, lüks tüketime, tatile, konfora odaklanmış, hodgâmlığa tutulmuş, netice itibarıyla bu sözde refah toplumunun fertleri, diğer insanların dertlerine de duyarsızlaşmıştır. “Ben” merkezli hayatları dışında, onlar için bir başka hayat yoktur. Açıktır ki, sadece maddî değerlerin hâkim olduğu bir toplum, kendi şahsiyetsizliği altında, er veya geç, ezilmeye mahkûmdur. Kült filmlerden biri hâline gelen “Fight Club”da, hatırlanırsa, şöyle bir replik geçer: “Kilitlenmiş kapıların ardında oturan bu insanlar, daha büyük bir evin sorunları çözemeyeceğini çok iyi bilirler... Daha çok para ve daha gergin bir cildin de... Sahip olacağın her şey, bir gün kaybedeceğin şeylerden yalnızca biridir...”

Hüccetülislâm İmam Gazalî’nin “Mal Sevgisi”ni anlattığı ilgili eserinin 28’inci bölümünde yer alan bir hadis-i şerif ile sözü noktalayalım:

«Benden sonra bir cemaat gelecek. Dünyanın en güzel ve çeşitli yemeklerini yiyecek, en güzel kadınları ile evlenecek ve en iyi, renkli elbiselerini giyecekler... Allı pullu ve iyi süzülen atlara da binecekler...

Onların öyle mideleri vardır ki, asla doymak bilmez. Öyle nefisleri vardır ki, çoğa da kanaat etmez. Dünyaya kapanırlar. Akşamları, sabahları onunla geçer. Onu ilâh kabul eder, kendilerini asıl yaratanı unuturlar. Dünyayı Rab tanır, kendi Rab’larını düşünmezler.

Hiçbir yasak emri tanımaz, boş arzuları peşine koşarlar.

Abdullah oğlu Muhammed’in vasiyeti olsun; kim o devre yetişir, anlatılan hal içinde olan kimseleri görürse, onlara selâm vermesin ve yaşlılarına saygı göstermesin... Hastalarını ziyaret etmesin. Cenaze törenlerine katılmasın. Bu yapılmaması gereken işleri kim yapmaya kalkarsa, İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş olur.»


GENÇ'ın Yazısı.