Onca beyin yıkama faaliyetinden sonra hâlâ toplumun büyük çoğunluğu eve ayakkabıyla girmeyi tercih etmiyor. Fakat tercih eden bir kesim var, onlar da artık bu toplumda bir sınıf oluşturuyorlar ve sanırım amaç da buydu.

Geçtiğimiz günlerde gittiğimiz bir mekânda bir afiş gördüm. 34 yıldır İstanbul’da düzenli olarak gerçekleştirilen bir film festivalinin afişiydi bu.

Bir günde her anlamda dört mevsimin değiştiği bir ülkeden bir etkinliğin bu kadar uzun süredir düzenli olarak organize edilebilmesi şayan-ı dikkat bir durum. Buna benzer birkaç etkinlik daha var böyle uzun yıllardır düzenli şekilde yapılan. Afişin üzerinde bir ibare dikkatimi çekti: Hafta içi gündüz seansları 5 TL.

Bunu görünce aklıma iki sene kadar önce bir ahbabımın anlattıkları geldi. O da bir süre önce ünlü bir Türk filmi yapımcısıyla görüşmüş ve sohbet esnasında o filmlerden çok para kazanıp kazanmadıklarını sormuş. “Hayır” cevabını alınca şaşırmış ve “o zaman neden o kadar filmi yaptınız?” diye bir başka soru yöneltmiş. Bunun cevabı ilginç: “Birileri o filmleri finanse etti, çünkü toplumu eve ayakkabıyla girmeye alıştırmak istiyorlardı.”

Tabii bu biraz kulaktan kulağa aktarma olduğu için anlam ve ifade kayıpları olmuştur, mesela amaç sadece ayakkabıyla eve girmek değil, daha geniş kapsamlıdır. Bir yaşam formunu dayatmaktır. Dayatmak sadece jandarma dipçiğiyle olmaz. Toplum mühendisliği yapacaksanız ve sonuç almak istiyorsanız, önce toplumu çok iyi tanıyacaksınız. Şu “ayakkabıyla eve girmeli” filmler deyince ilk akla gelen “Küçük Hanımefendi” serisinin ortaya çıkış yılları, artık jandarma dipçiğiyle toplum şekillendirmenin artık pek de mümkün olmadığı yıllar olsa gerektir. Ya da jandarma dipçiğiyle yola getirmenin mümkün olmadığı toplum kesimlerine hitap etmektedir.

Onca beyin yıkama faaliyetinden sonra hâlâ toplumun büyük çoğunluğu eve ayakkabıyla girmeyi tercih etmiyor. Fakat tercih eden bir kesim var, onlar da artık bu toplumda bir sınıf oluşturuyorlar ve sanırım amaç da buydu.

Bu festivallerin ilk çıkış yıllarını hatırlıyorum. (Sadece sinema değil tabii, caz filan da var biliyorsunuz.) O zamanlar bu sanat dallarına ilgi sınırlı. Hele film festivallerinde gösterilen filmler hepten toplumun yabancısı. Çocuk aklım ermiyordu, neden bu kadar zaman, enerji ve para harcandığına. Ama adamlar günü değil, en az bir kuşak sonrasını düşünüyor, planlıyorlar. Şekilde görüldüğü gibi aradan bir kuşak geçti, hâttâ ufaktan ikinci kuşak da yetişmeye başladı. Maksat hâsıl oldu, artık bu ülkede Batı gibi düşünen, Batı gibi giyinen, Batı gibi yiyip içen, en kötüsü bu toprakların insanını hâkir görmekten asla vazgeçmeyen bir sosyal tabaka var. (Yakın geçmişte çılgınca sokaklara dökülen kitleleri hatırlayınız.) Bu zorla yapılamazdı. Hoş ve sevimli filmlerle, gösterişli ve cilalı festivallerle pek güzel yapıldı, görünen o ki kimse de sürecin farkına varmadı.

Bu bir mağlubiyet midir? Kısmen. Ancak bize göre asıl mağlubiyet, yazımıza ilham kaynağı olan afişte sponsor olarak herkes tarafından tanınan büyük firmaların yanı sıra, her türlü kültürel (?) etkinliğe destek olan Büyükşehir Belediyesi’nin de adının bulunmasıydı belki de.


Bülent Şirin 'ın Yazısı.