Son Kale
Babam öğretmişti. “Kefereye Kur’ân okunmaz,” diye. Bir müzenin koridorlarını gezer gibi ama huzursuz ilerliyorum. Haç’ın gölgesi alev alev yanıyor.
Katedral Meydanı’nda oturan beyazlar giymiş kara tenli, şişman falcı ağzına sıkıştırdığı kalın puro, parmağında kocaman yüzükler, yanı başında dudakları silinmiş porselen bir bebek, geleceği önüne dizdiği kağıtlardan okumayı bekliyordu. Kimse oturmadı önüne, kimse dinlemedi kaderini, oysa anlattıkları kadının kendi hayalleriydi. Müzik hiç susmadı eski şehirde, biri bitmeden diğeri başladı. Genç ve güzel kadınlar rengarenk samba kıyafetleri içinde, ayaklarına taktıkları uzun tahtalarla, dans ederken insanlar ışığa koşan kelebekler gibi peşlerinden ilerledi. Dilenmenin yasak olduğu bu ülkede plastik çiçeklerle dolu sepeti koluna takan yaşlı kadın, kırıtarak turistlere içinde birkaç pezonun parladığı şapkayı uzatıyor, görmezden gelenlere cilveli bir bakış atıp, sararmış dişlerini göstererek bozuklukları şıngırdatıyordu. Çiçekçi kızdan aldığım kırmızı gülü uzattım ona. Dikenine aldırmadan kulağına takıverdi.
Eski şehir tamir görüp boyanmış 1950’lerin görkemine kavuşmuştu ama ben Küba’yı arabaların giremediği arka sokaklarda buldum. Kapısı penceresi olmayan küçük kasap dükkanındaki çırak kestiği iki sucuğu kağıda bile sarmadan müşterisinin açtığı çantaya, cüzdanının hemen yanına atıverdi. Oda oda bölünüp halka verilen mudéjar (Ortaçağ İspanyasında ortaya çıkan Hıristiyan- Müslüman mimarisi) konakların kalem işi duvarları dökülmüş, bir zamanlar porselen tabakların, oymalı masaların, maun yatakların yerini plastik leğenler, bacağı topal kanepeler almıştı. Belki de Küba’yı çekici kılan bir işsizin evinde gördüğüm saray süslemesi, İspanyol asilzadenin balkonunda kurumayı bekleyen yırtık çamaşırlar, boyaları dökülüp menteşeleri paslanmış ama hâla gösterişli kapıların eşiğinde oturan büyükannelerdi.
Yorulduğumda bisikletli taksilere bindim. Ayaklarım şişene kadar Graham Greene’in oteli Sevilla’yı, Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u kaleme aldığı Hotel Ambos Mundos’ı, geniş avlusu, gösterişli yapısıyla eski hükümet konağını, Jose Marti, Castro ve Che Guevara’nın savaşını anlatan Devrim Müzesi’ni gezip, güneş Havana’dan ayrılırken Leonardo da Vinci’nin tasarladığı Camara Oscura’da aynalara yansıyan şehri seyrettim.
Hemingway’in kahvesine (La Bodeguita del Medio) oturup garsona Mojitomu (Havana içkisi rom, limon, nane ve şeker) romsuz ve şekersiz hazırlamasını söyledim. Elimde naneli yavan su, anlamlı cümleler, şiirler, karalamalar yazılı duvarlara bakarak gelip geçeni süzdüm. Konuşmayı seven Kübalıları susturan tek şey danstı. Daracık lokantaya doluşmuş çalgıcıların ritmine karşı koyamayıp dans etmeye başladı garson ve balkondaki atletli adam ve top oynayan çocuk ve yoldan geçen yaşlı kadın.
Modern Havana’yı mavi üstü açık bir Thunderbird’le gezdim. İngilizlerden kalma kocaman bir kale, Devrim Meydanı’nda Che, grafitilerle renklenmiş ara yollar, yanımdan geçen parlak renkli eski arabalar, faytonlar ve Amerikan senato binasının kopyası belirdi karşımda. National Otel’den sahili izlerken Nazım Hikmet’in sesi kulaklarımda;
şehir türkülere gömülü
toprağın taşın yaprağın içinde türküler
türküler titreyen sıcak gibi toprağın taşın yaprağın içinde
havanın içinde azot filan gibi türküler
türküler yemişlerin kabuğu eti çekirdeği
çiçeklerin kokusu türküler
Nazım’ın yağmur çamur, yaz kış, uykuda uyanık peşine takılıp yürüdüğü bu düş ve ektiği umut tohumları kızıl bir illete dönüşüp dünyayı kavurduğunda tek tek yıkıldı komünizmin direkleri. Kalan son kale bugün aç, tembel, işsiz ve sarhoş. Miami umut kıyıları, komşu şehir kadar yakın Küba’ya 1994’te; otuz bin kişi köpekbalıklarıyla dolu denizi sallarla geçip hürriyete, özgür düşünceye sarıldı.
Colon mezarlığı uçan, yaralı bedenleri taşıyan, bir lahidin kenarına çöküp ağlayan mermer meleklerin şehri. Kapıları yıllardır açılmayan evlerin sahibi, ölüler. En gösterişli olan anıt itfaiyecilerin, en kalabalık olan ise doğumda bebeğiyle ölen sıradan bir kadının. Yıllar sonra kabir açılıp ayak ucuna gömülen bebeğin kemikleri kadının göğsünde bulununca kutsallaşıyor mezar. Yedi kere dönmüyorum ziyaretçiler gibi, Fatiha da okumuyorum. Babam öğretmişti. “Kefereye Kur’ân okunmaz,” diye. Bir müzenin koridorlarını gezer gibi ama huzursuz ilerliyorum. Haç’ın gölgesi alev alev yanıyor.
Hande Berra'ın Yazısı.