Kendimi hayvanat bahçesinde zannetmiştim. Fakat garipti ki bu sefer seyredilen bendim. Kükresem, melesem hatta ikisini birden  yapabilsem bu kadar dikkat çekmeyi başaramazdım.

ski Hindistan’ın yedi kutsal şehrinden biri olan Kanchipurama’a doğru susmayan korna sesleri arasıda, hoplaya zıplaya yol alıyoruz.  İnanılmaz büyüklükteki Ekambareswarar Tapınağı bugün sakin olsa da Hac zamanında dolup taşıyor. Üç büyük kapısının üstünde  yükselen natürel taştan kuleler dinsel figürlerle süslü. Hindistan’daki tapınakların tersine renklendirilmeden doğayla uyum içinde  bırakılmış. Avludaki göleti andıran havuzun ortasına zarif bir çardak yerleştirilmiş. Hacıların yıkandığı kutsal suyun kenarında meditasyon yapanlar, yaprak kadar sessiz ve sakin. Tapınağın içinde çeşitli ibadet şekilleri sergileyenler bile var. Daha önce putuna  şınav çeken birini hiç görmemiştim. İnce ince işlenmiş onlarca sütundan oluşan tapınağın tavanları ferahlığı sağlamak için yüksek  yapılsa da gürültülü çan sesleri, ağır tütsü kokusu huzuru yakalamayı imkânsızlaştırıyor. Tapınaktan çıkıp göletin kenarına oturmayı  tercih ediyorum.

Şiva’ya adanmış Kailashanathar tapınağı ise heykelleriyle ünlenmiş. Bu eski tapınakta Şiva’nın ayakları dibindeki taş kâseye  inananlar süt doldururmuş. Sütün nereye aktığı ise meçhul…

Mahabalipuram tek parça yekpare granit kayalardan oyulmuş taş tapınaklar kenti. Kutsal sayılan dağa var olmayan mağaralar  açılmış. Sütunlar bırakarak dağın içlerine ilerleyen ustalar duvarlara put figürleri işlemiş. Ekleme taş kullanılmadan kocaman tapınak dağın içine konulmuş. En son yapılan kısım yerle kavuşan basamaklar olmuş. Her duvar ayrı bir hikâye anlatıp inananlara  öğütler vermiş.

Shore Temple ise büyük bir kayanın şekillendirilmesiyle oluşmuş. İşe kayanın en üstünden başlayan taş ustalarını ne rüzgârın  kuvveti ne de dalgaların sesi bezdirememiş. İncecik işleyip ruhlarından üfl emişler granit tapınağa yeşil doğayla sürmelenen Shore  Temple kumsala ve deniz dalgalarına kavuşmuş. Okyanusun sesi tapınakla buluşurken biz Çennai’ye dönüş yolunda eski yöresel  evlerin canlandırıldığı bir köyü gezdik.

İstanbul’a dönerken havaalanındaki ayrımcılığa “biz ikinci sınıf insan değiliz” diye bağıran, pankart açan feministler yoktu. Hintli  kadınlar ayrıcalıklı olmaktan mutlu hatt a biraz da gururlu, salına salına kontrol sırasına girdiler. Avrupalı turistlere de sirayet ett i bu  tavır. Herkes halinden memnundu. Erkekler hariç. Onlar botlarına kadar soyunmak zorundaydılar. Kemerler, saatler, cepte unutulmuş bozuk paralar hepsi çıkarıldı. Biz de çantalarımızı makineye bırakıp perdeli bir odaya girdik. Sarilerine apolet eklenmiş ve karınları  örtülmüş kadın polisler aralarındaki sohbete hiç ara vermeden şöyle bir üstümüzü taradılar. Kiminin gömleğini beğenip nerden  aldığını sordular kiminin broşunu inceleyip anlamadığımız dilde yorumda bulundular. Bekleme salonuna erkekler geldiğinde biz  çoktan sütlü çaylarımızı yudumluyorduk. Oysaki iki ay önce Miami hava alanında başımı açıp açmayacağımı sormuşlar cevabımdan onra beni dört tarafı cam kapsülde bitmek bilmeyen beş, on, dakika kadar bekletmişlerdi. Kendimi hayvanat bahçesinde zannetmiştim. Fakat garipti ki bu sefer seyredilen bendim. Kükresem, melesem hatt a ikisini birden yapabilsem bu kadar dikkat  çekmeyi başaramazdım. Kauçuk kaba botlarıyla tebessüm etmeyi hiç denememiş bir kadın asker yaklaştı. Kıpırdamamamı söyledi.  Üzerime tutt uğu kontrol panelindeki düğmelere basmasıyla cam kapsülün tabanındaki metal yüzük vücuduma hiç değmeden önce  yukarılara çıktı. Sonra yerine döndü. Bu da yetmedi. Ufak bir metal kopça yüzünden silah aradılar. Gerçi sebebini açıkladılar, izin  istediler ama aynı zamanda bakışlarıyla da ezmeye çalıştılar. Hiç durmadığım kadar dik ve kibirli durdum karşılarında. Miami’den  sonra Hindistan dönüşü çok farklıydı anlayacağınız. Korkunun insanlık kalitesini nasıl düşüreceğini gösteren önemli bir fark…


Hande Berra'ın Yazısı.