Baş(ba)kan Olacak Adam
Devlet başkanı, hem kendi halkının hem de bütün ümmetin maslahatlarını koruma ve kollama cesaretinde olmalıdır. Ümmetin birlik ve beraberliğini tesis etme idealini taşımalıdır.
İslam, Müslümanlara bir yönetim şekli dikte etmez. Yönetim şekli durum ve şartlara göre, sultanlık da olabilir, cumhuriyet de. ‘‘İslam kayıtsız şartsız cumhuriyeti talep eder’’ demek, İslam tarihiyle bütünüyle çelişmek anlamına gelir. İlk halifelerin –özellikle Hz. Osman’ın- seçimle iş başına gelmiş olmasını ileri sürmek ve esas olanın bu olduğunu iddia etmek de, tarihi günümüz perspektifinden yorumlama isteğinden başka bir şey değildir.
İslam bir yönetim şekli belirlemek yerine, temel ilkeler koymuştur. Bunun en başında şura gelir. Şura yönetimde da(ya)nışma ve istişare mekanizmasını işletmek demektir. Diğer ilkeler ise adalet ve ehliyettir.
İdareciler ister İbn Haldûn’un ortaya koyduğu gibi, güçlü bir asabiyete (siyasi kabiliyet ve toplumsal nüfuza) dayalı olarak iktidara gelsinler, ister ehliyet ve liyakat esasına göre iş başına getirilmiş olsunlar, istişare mekanizmasını işletir, adil bir yönetimi ortaya koyarlar.
İslam’ın yönetim ilkeleri üzerine erken bir dönemde kafa yoran Mâverdî’dir (980-1058). Mâverdî el-Ahkâmü’s-Sultâniyye (Yönetim İlkeleri) adlı eserinde yöneticide bulunması gereken nitelikleri tek tek sıralamıştır.
Bu ilkelerin başında adaletli olmak gelir. Her hafta Cuma Namazı sonrası, Nahl suresinin 90. Ayeti okunur. Orada, “Allah size adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi emreder…” buyurulur. Cuma Namazı’nın siyasi bir yönü bulunduğu da düşünüldüğünde bu ayetin okunması oldukça anlamlıdır. Kur’an-ı Kerim, “Bir kavme olan düşmanlığınız sizi adaletten alıkoymasın…” diyerek, adaletin her halükarda ayakta tutulması gerektiğini, bunun devletin ve milletin bekası için kaçınılmaz olduğunu öğütler.
İkinci ilke, İslami hükümlerde içtihat yapabilecek derecede ilim sahibi olmaktır. Böyle bir ilke, bir âlim seviyesinde dinî bilgiyi, Kur’an ve sünnete hâkim olmayı, bunlardan hüküm çıkarabilme yetki ve yetisini gerektirir. Özellikle Müslüman bir idareciyi diğerlerinden ayırt eden en önemli nitelik budur.
Üçüncü ilke, mükellef, iyi ahlaklı, bedenî ve aklî kusurlardan uzak olmaktır. Mükellef olmak, zaten olmazsa olmaz şarttır. Bir o kadar da iyi ahlaklı, dürüst olmak gereklidir. Bu ilkenin içine elbette devlet başkanının dindar olması, içki içmek, haram yemek, haksız yere cana kıymak gibi büyük günahlardan uzak durması, dine hizmeti bir vazife edinmesi öncelikleri de girer. Zira İslam’a göre, din devletle birlikte ayakta durur; devletin devamlılığı da dinin bekasıyla sağlanır.
Bunların yanı sıra göreve gelecek idarecinin beden olarak da, aklî melekeleri yönüyle de güçlü olması gerekmektedir. Bir başka deyişle, tükenmek bilmeyen bir enerji, yorulmak bilmeyen bir bünye, karınca gibi bir çalışma gayreti devlet başkanlığı için kaçınılmazdır. Aklî melekelerin güçlü olması ise, yönetim ve idaredeki isabet, işleri usulü dairesince yürütebilmek, sorunlara çözüm üretebilmek içindir. Nitekim Allah Teâlâ, İsrailoğulları’nı esaretten kurtaracak Talut adlı kralın niteliklerinden söz ederken, onun bedenen ve aklen güçlü kılındığını ifade etmiştir.
Dördüncü ilke, siyasi ve idari işleri yürütebilme becerisine sahip olmaktır. Bir insan bedenen güçlü ve çok zeki olabilir. Ancak bunlar iyi bir idarecilik için yeter şartlar değildir. Siyasi ve idari kabiliyet bambaşka bir melekedir. Bu, insanları toparlayabilme, onları doğru istikamete yönlendirme, hızlı karar alabilme, organize edebilme ve her konuda kararlılık gösterebilme becerisidir. Herkes pes ettiğinde, bu iş artık bitti dediğinde, tekrar toparlanabilme ve insanları yeni bir umutla ayağa kaldırabilme ve hedefe yönlendirebilme yeteneğidir.
Beşinci ilke, İslam topraklarının sınırlarını koruma ve savunmaya güç yetirebilecek kudret ve cesarete sahip olmaktır. Bu madde İslam coğrafyasının hemen her bölgesinde derin kırılmaların yaşandığı günümüzde çok daha büyük bir anlam kazanmıştır. İki asrı aşkın bir zamandır, İslam coğrafyası sömürgecilik faaliyetleri, işgaller ve dış mihraklı darbelerle sarsılmıştır. Bu bakımdan devlet başkanı, hem kendi halkının hem de bütün ümmetin maslahatlarını koruma ve kollama cesaretinde olmalıdır. Ümmetin birlik ve beraberliğini tesis etme idealini taşımalıdır.
Mâverdî’nin yer verdiği son ilke ise, idarecinin nesep yönünden Kureyş’ten olmasıdır. Bu ilke âlimler arasında tartışma konusu olmuş, bunun daha çok İslam devletinin ilk yıllarında Kureyş kabilesinin diğer kabileler üzerindeki nüfuzu, diğer kabileleri yönetimleri altında tutabilme becerileri ve onların yönetim ve idaredeki kabiliyetleri nedeniyle şart koşulduğunu ileri sürmüşlerdir. İlerleyen yüzyıllarda ise bu şartlar ortadan kalkmış ve diğer ilkeler daha çok bağlayıcı hale gelmiştir.
Son madde hariç tutulursa, Mâverdî’nin ortaya koyduğu ilkeler, günümüzde de aynıyla geçerlidir. 21. yüzyılın Müslümanları olan bizler de yöneticilerin seçiminde aynı ilkeleri göz önünde bulundurmalıyız. İslamî değerlerin şekillendireceği yeni bir çağın eşiğinde bulunduğumuza, yeni bir medeniyet inşasının zaruretine inanıyorsak, Mâverdî’nin öngördüğü çerçeveyi gözetmeli, söz konusu niteliklere sahip olduğunda tereddüdümüz olmayan idarecilere sahip çıkmalıyız.
Ülkemiz bu yüzyılın başında, bu uğurda iyi bir fırsat yakalamıştır. Şu veya bu bahanelerle, bazı kesimlerin hedef saptırmalarıyla bu yürüyüşe destek vermemek, hesabı kolay verilebilecek bir tutum değildir. Ülkemizin elindeki fırsatlar zayi edilmemeli, ümmetin ufkunda beliren güneş karartılmamalıdır.
Mesut Kaya'ın Yazısı.