Nan-ı Aziz Diyeti
Tende kudret nerden olsun ni’met-i cân şükrüne Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne - Sürûrî
Sağlığın temeli hayat terbiyesidir. Terbiyeli hayatın iki unsuru var: Şuur ve irade. Sağlığımız için, bir şeyleri değiştirmenin en mümkün olduğu alan da beslenmemizdir. Bunu diğer davranışlarımız takip eder. Nan-ı Aziz Diyeti de bu bağlamda bir yeme edebi teklifidir.
Beslenmemizle ilgili yolunda gitmeyen şey ne?
Şişmanlıktan hazımsızlığa hatta gıda zehirlenmelerine kadar beslenmemizle ilgili bir çok rahatsızlığımızın bizden kaynaklanan en önemli sebebi neden yediğimizin şuurunda olmamaktır. Sonra da irade gelir. Önce neden yediğimizi düşüneceğiz, bileceğiz sonra neyi ve ne kadar yiyeceğimize karar vereceğiz.
Diğer taraftan yemekle ilgili en güzel olan şey de neden yediğimizin, ne yediğimizin şuurunda olmaktır. “Meşhur Kurufasulyeci Mehmet Usta -1892’den beri…-”de yediğimiz zaman değişen ne? Evet, ustalık, malzeme kalitesi, ambiyans bunlar tamam. Ama bir şey daha var. Orada yerken beynimiz “Aa kuru fasulye!” “Hmm neymiş bu, nasılmış” diyor. Farkına varıyoruz tekrardan.
Takvim yapraklarının (veya bildirimlerinin) irade ayını muştuladığı günlerdeyiz. Oruç, açların halini tatbik ederek hissettirmiyor sadece; aleladeleşen yemeklerimize çekiyor dikkatlerimizi. El alışkanlığı olarak yediklerimizi fark ettiriyor ve üzerine düşündürüyor. Ağzımıza bir şeyler sokuşturmaktan çıkarıp, yeniden ibadet mertebesine çıkarıyor yemeyi.
Şuur fark etmekle başlar, düşünmek ve hissetmekle olgunlaşır. Hayır yönünde irade gösterince ibadet olur işimiz. İrade göstermek zor olduğu kadar zevklidir de. İnsana hayatta olduğunu, yaşadığını en güzel irade hissettirir. Bu yüzden mecbur olduğumuz için değil istediğimiz için yapmaktan mutlu oluruz. Çocukluktan geçip de gençlik dönemine gelince iradeyi, ipleri elimize alırız. İpler elinde arkadaş, iplere bak, eline koluna bak. İradenle hayra koş atını. Sağlık diyarına mesela.
Şimdiii, neden yiyoruz bakalım?
Günlük hayatımıza şöyle bir bakarsak yeme sebeplerimizi üç ana maddede toplayabiliriz. Birincisi ve en masumu, yaşamak için ihtiyacımız olan enerjiyi temin etmek. İkincisi, yemeğin lezzeti ve yeme zevki. Üçüncüsü, süs olsun diye. Sağlıklı olmak mı istiyoruz, efendi olmak mı istiyoruz? Yapacağımız şey: Üçüncüyü yok edip, ikinciyi birinciye katıp, afiyetle yiyeceğiz. Üçüncüyü yok edeceğiz, çünkü külliyen zarar. Süs olsun diye yemek derken, bir işin yanında yemeyi kastediyorum. Mesela bilgisayar başında çalışırken/oynarken bir şeyler yemek. Mesela film izlerken yemek. Mesela sohbet ederken yemek. Bir şeyin yanında yemek yediğimiz zaman ne yediğimizi, ne kadar yediğimizi şuur düzeyinde hissetmeyiz. Çünkü beynimiz o sırada asli olarak başka bir işle meşguldür. Haliyle daha çok yeriz, yediğimizin lezzetini de tam olarak hissetmeyiz. Bir süre sonra alışkanlık haline gelir, bilgisayara oturunca o fiil ile eşleştirildiği için çikolata ister, abur cubur ister canımız. Film izlerken mısır arar. Bir yerden tanıdık geldi mi? Yemek süs değildir. Kafamızı vererek yapılacak bir iş. Yemek zamanı yemek, sohbet zamanı sohbet, film zamanı film.
Eskiler ekmeğe “nan-ı aziz” derlermiş, aziz mübarek ekmek. Ekmeğin bile bir izzeti, ağırlığı varmış hey gidi, demeyeceğim. Ekmek aynı ekmek, yani “neredeyse” aynı. Asıl değişen ekmeğe bakışımız, dokunuşumuz, hissedişimiz. Dedelerimizden ninelerimizden ekmekle olan münasebetlerini, düşürdüğümüz ekmeği öptürmelerini hatırlayalım. Toplumun mayasına karışmış bir hissediş. Bir insan ekmek parası kazanır önce, vakit olur ekmeğini taştan çıkarır, sonra evine ekmek götürür. Eliyle bölüp birine uzatmaya yahut bütün olarak uzatmaya dahi yüklediğimiz manalar vardır bizim. Sadece bizim değil Hristiyanların ve Yahudilerin de ibadetlerinde bir yer bulduğunu görürüz ekmeğin.
Nan-ı azizi bulduysan bir hamlede ısırıp yutamazsın. Besmeleyle bir yolculuğa çıkarsın zihninde. Örnek senaryo: “Tarlada rüzgarla dalga dalga olur, güneşle olgunlaşırsın. İçindeki besin toprağın bağrından nasıl gelir görürsün. Su yürür ince gövdesine buğdayın, yaprağa düşen gün ışığı bir mucizeyle dönüşür minik paketlere, toplanır binlerce minik paket bir buğday tanesine. Tarla sürülür, sap saman ayrılır, buğday taneleri değirmene, un fırıncıya... Fırıncı vurur nasırlı elleriyle katar emeğini, hamur eder unu. Hamur fırına girer, Allah bilir hangi diyardan gelen, odunların yanına. Tüm bunlar olurken evin babası kazanmıştır ekmek parasını, o da koyar emeğini ortaya, ekmeği sofraya.
Bir macera da ondan sonra başlar, lokmalar taa o minik paketlere varana kadar bohça bohça açılır. İçinden çıkanlar kuvvet olur canına. Güneşten gelen enerjiyle yürüdüğünü düşününce insanın gözünü güneş daha bir kamaştırır. Allah’ın ayetleri yeşerir gönlünde, güneşi daha bir anlar, suyu fark eder, emeği hissedersin.”
Hey maşallah! Evet, modern hayatta dağınık zihnimizle her seferde mümkün olamayabilir böyle bir süreç. Ama tedricen uygulamak gerek. Neden yediğimizi, ne yediğimizi fark etmek, nereden gelip nereye gittiğini, bizde ne güzelliklere dönüşeceği üstüne düşünmek gerek. Böyle bir düşünüşle acıkmadan yenmez, yerken aşırıya kaçılamaz, zararlı, haram veya kirli olduğu bilebile yutulamaz. Allah’a şükür, kula teşekkür edilir, muhtaçla paylaşılır.
Yöntemin uygulaması da oldukça kolay. Herkes kendine özgü senaryolar oynatabilir hatta sofradakilerle paylaşabilir hislerini. Prodüksiyon maliyetini düşürmek için, elimizdeki lokmaya dikkatle bakıp “Aa bu çikolata, hmm ne güzel” şeklinde bir replikle başlayabiliriz.
İhtiyacı lezzetli bir şekilde nasıl karşılarız?
İlahiyat profesörü Ethem Cebecioğlu, Efendimiz’in birkaç hurmayı suya koyup soğusun diye gece dışarıda bırakıp öyle yemesini, yiyeceği yemeğe özen göstermesi şeklinde yorumlamıştı. Yiyeceğimiz yemeğin lezzetini arttıracak uygulamalar yapabiliriz. (Tabi kendi aşırılıklarımızı bu sünnet ile meşrulaştırmayalım.) Biraz üstünde çalışırsak, kendimize has sağlıklı bir yeme davranışı ve edebi geliştirmek için çok yardımı dokunacak yöntemler keşfetmek mümkün.
Bonuslar
Nankör: sıf. ve i. (Fars. nān “ekmek” ve kūr “kör” ile nān-kūr’dan) Gördüğü iyiliği unutan, iyilik bilmeyen (kimse).
Slow Food: Hızlı, ayaküstü yemek alışkanlığına karşı alternatif olarak geleneksel ve yerel yemek ve yeme biçimlerini, yerel ekosistemlerin özelliklerini korumayı teşvik eden uluslararası bir hareket. İlginç ayrıntıları var.
Tavsiye:
* Öncelikle şunu bilmek lazım, yemekten aldığımız lezzet hissi tamamen beynimizdedir. Midemizle pek bir alakası yok. Duyulardan gelen sinyaller beyinde birleştirilir. Teorik olarak insan diline bir cihaz bağlayarak beyne herhangi bir tadı hissettirmek mümkündür. Dolayısıyla kafaya çalışacağız.
* Açken yiyen daha çok lezzet alır.
* Az miktarda, helal, temiz ve zararsız gıdaları ne kadar lezzetli hale getirirsek o kadar iyi.
* Sevdiğimiz yiyeceklerde hoşumuza giden ne? Baharatı, gevrekliği, sıcaklığı… Bunun üstüne düşünelim. Sonra sağlıklı yiyeceklerde bunu uygulamaya çalışalım.
* Baharat ve soslar lezzette başrol oyuncularıdır. Lehimize kullanmasını bilmek lazım.
* Daha fazla çeşit ve daha büyük porsiyon ihtirasımızdan kurtulalım.
* İhtiyacımız olandan yani günlük işlerimizi yapacak kadar enerji verecek olandan çok daha fazla yiyoruz. Bu öncelikli sorunumuz. Yavaş yavaş porsiyon küçültmeye gidelim.
* Özellikle hazır gıdalarda ve ev dışında yenilen yemeklerde sunulan porsiyon boyutlarına müdahale etmeye çalışalım. Yemekhanede yiyorsan (aynı parayı verecek olsan da) “az alabilir miyim” demekten çekinme. Bisküvi yiyorsan, yarısını daha sonra ye, çikolata yiyorsan yarısını kır.
* Yurtta kalıyorsan dahi bu yarım yiyecekleri saklayabilecek, küçük kaplar alabilirsin, uğraşmaya değer.
Hasılı “ekmek yemeli mi yememeli mi?” tartışmasına mütevazi bir katkı olsun: ekmek yerine, nan-ı aziz yiyen daha sıhhatli ve huzurlu olur.
Hüseyin Küçükali'ın Yazısı.