Zirve şahsiyetler kadar olunamasa da, onlar gibi olmaya çalışmak, toplum standartları düşünüldüğünde, kişiyi, en azından gerektiği kadar nâzik ve hâl ehli yapmaya yeterli olur.

Kırklar Meclisi’nin toplandığı dergâhı tespîte muvaffak olmuş bir bağrı yanık, varmış gitmiş, kapıdaki bekçiyle içeriye, halkaya dâhil olma arzusunun haberini göndermiş.

Bekçi, içeriden, suyla tam dolu bir bardakla çıkagelmiş ve onu misafire uzatmış.

Böylesine nezâket içre aldığı ret cevabıyla mahzun olan yaralı adam, sarığından çıkardığı bir tüy tânesini, kendisine sunulan suyla tam dolu bardağın üzerine koymuş ve bekçiden, bardağı içeri tekrar götürmesini istirham etmiş.

Bardağı dışarı tam dolu olarak göndererek, kırk kişiyle sabit mecliste başkasına yer olmadığı îmâsında bulunan üyeler, dışarıdan bardağın, üzerine tüy tânesi konulduğu hâlde, taşmadan, kendilerine yeniden gönderildiğini görünce ürpererek:

“Gelsin, buyursun; bir tüy tânesi kadar sıkleti olmayacak adamın, kırklar meclisinde, kırk birinci kişi olmaya hakkı vardır” demişler.

Bir tüy kadar sıkleti olmayanlar... İnsanların içerisinde, aileleriyle beraberken, yalnızlarken, işte-güçte, bahçede, bağda, camide, düğünde, cenâzede, alışverişte, istirahatte, her yerde, üzerlerinde, naiflik, nezâket, letâfet hâli bulunanlar..

Ne güzel insanlar onlar. Tahsil durumları, maddî konumları ne olursa olsun, kendileriyle aslâ “senli-benli” konuşamadığınız, onlardan bahsederken, isimlerinin yanına “bey, efendi, hanımefendi” gibi ifâdeler kullanmaktan kendinizi alamadığınız şahsiyetler.

Adana’nın münevver şahsiyetlerinden Noter Abdülkâdir Bey’den bahsedilirken, şöyle deniyor meselâ:

“Çarşıda, işyerine geçmek için bir pasajın içinden, kestirme bir yol vardı. Orayı hiç kullanmaz, ‘buradan yürüme hakkı, bu pasajdan alışveriş yapacak müşterilerindir, kendi keyfim için burayı kullanamam’, deyip, dışarıdan dolanarak işyerine giderdi.”

Bir şeref misafiri olarak ağırlandığı nikâh merâsiminde, dâmâdın parmağına takılması için tepside arz edilen altın yüzüğün yerine, kendi parmağındaki gümüş yüzüğü delikanlıya hediye edip takarak, dâmat beye, altın yüzüğü düğün hâtırâsı olarak gelin hanıma hediye etme tavsiyesinde bulunan Sâmi Efendi’deki bu hâli, hangi yüksek ihtisas okullarından tahsil edebiliriz ki?

Tarsus’ta, 130 yaşında vefat etmiş bir Hacı Sofi amcadan bahsedilir; terzilik yaptığı işyerinde bulunan bir merdiven altında, arayıp bulduğu kanadı, ayağı kırık kuşların tedâvisi ile uğraşırmış. Mübârek, öyle naif yürürmüş ki, onun bu hâlini, dostları, “yürüdüğü yolu bile incitmez” diye târife çalışırlarmış. Merhum, çoğu zaman da yolda, kaldırımda yürürken, parasını kaybetmiş bir kişi edâsıyla sağına-soluna bakınır durur, yerlerde bir şeyler araya araya yoluna devam eder, ne aradığını soranlara, ‘karınca, böcek, sinek ezmesek bâri’ diye cevap verirmiş.

“Sizi incitmekten ictinâb ederek, en nâzik bir lisanla, sigaranızı bu kapalı ve kalabalık yerde içmemenizi istirhâm etsem, beni hoş karşılar mısınız?” sorusuna, oruçtan çıkıp iftardan yeni kalkmış hangi âsi ruhlu tiryâki “estağfirullah, ne demek” diye mukâbelede bulunmaz ki?

“55-56 senelik evliliğimizde, birbirimizi hiç kırmadık ve hiç küs olmadık” diyen Fâruk Bey ve merhume Güzin Hanım çiftinin örneğinden bahsedilir meselâ; 5-6 gün dahî birbiriyle hoş geçinmeyi bir türlü yoluna koyamayan yüzlerce, belki de binlerce “müslüman çiftin” gönül yarasına merhem olur mu ki diye...

Hep, gıpta ile bakılan insan tipidir bu vasıfları taşıyanlar. Âmirini görmüş bir memur tavrıyla, karşılaştığınızda ceketinizin düğmesini ilikleyesiniz, ellerinden öpesiniz, konuşurken bedeninizi öne doğru eğesiniz gelir. Oysa belki karşınızdaki, ilkokul diplomasını zorluklarla elde edebilmiş bir şahıs bile olabilir.

Bulunduğu mecliste, varlığı ile yokluğu belli olmayan, dikkat ile dinleyen, kalbiyle anlayan, gerektiği kadar konuşup, mütebessim çehresiyle cem eylediği sükûtunu hiç terk etmeyen o güzel insanlar gibi olmak, hayâl mi, zor mu?

Değil. Zirve şahsiyetler kadar olunamasa da, onlar gibi olmaya çalışmak, toplum standartları düşünüldüğünde, kişiyi, en azından gerektiği kadar nâzik ve hâl ehli yapmaya yeterli olur, vesselâm.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.