Bugün Che Guevara’nın yüzü tişörtlerin, bardakların, puro kutularının, duvarların üstünde Küba’ya para kazandırıyor.

Küba ıssız; eski arabaların dolaştığı yollar boş. Gece yıldızları görmek mümkün. Büyük şehirlerde yaşayan pek çok kişi gibi özlemişim onları. Tahta panjurları açıp, avucumda yıldızlar gökyüzünü seyrederek daldım uykuya.

Bu ülke Hemingway için kuru esen rüzgar, güneşli bir gökyüzü, balıkçılarla dostluk, yemyeşil ağaçlar, yeniden keşfedilen çocukluk, Golf Stream’in sıcak ve bereketli suları, yeryüzünde kalan son vahşi topraklardı. Yemyeşil ormanın zirvesinde gizlenen beyaz kuleli, geniş verandalı malikaneyi, Afrika’dan getirdiği geyik başlarının süslediği odaları, raflar dolusu kitabı, sakat dizinden dolayı kullanamadığı çalışma masasını, baş ucunda bekleyen yarısı dolu sürahisini ve daha dün terkedilmiş gibi tozsuz ama yazmaktan yıpranmış, harfleri silik daktiloyu görenler yazarın hep mutlu ve güçlü olduğuna inandılar. Fotoğraflarda gülümseyen bu adamın içindeki karanlık fırtınayı yaşamın güzellikleri dindiremedi. Nobel’i kaleminin hakkıyla alsa da kendi hayatına, yaratıcının verdiği süreye müdahale edecek kadar küstahtı. Yatı bir daha denize açılmamak üzere karaya çekilmiş, bahçede ne kırk yedi kedisinden bir iz ne de kılıç balığı avlayan yaşlı balıkçı var artık.

Santa Clara’ya sadece bir karış toprak görmek için gelmiştim. Hayallerde var olan sonsuz eşitliğin, sınıfsız toplum vaatlerinin, bu uğurda dökülen kanların, gözyaşlarının, Che’nin neden Arjantin’den gelip Fidel’in ülkesi için savaştığının gizleri Che’nin yanı başına bu toprağın altına gizlenmişti. Dağda Goethe okuyan, burjuva sınıfından gelme, astım hastası bir gerillayı diğerlerinden farklı kılan neydi? Trajik ölümü mü, yakışıklı olması mı? İdealler zannettiği bir hayatın içinde kaybolup, gerçeği bulamadan kızıl belanın simgesi olmuş ve sonunu göremediği sosyalist devrimci hareketin kahramanı olarak geçmişti tarihe. 1956 Kasımı’nda Granma Gemisi’nden denize inen, seksen iki kişiden biriydi. Bugün Che Guevara’nın yüzü tişörtlerin, bardakların, puro kutularının, duvarların üstünde Küba’ya para kazandırıyor.

Parıldayan beyaz kumsal kilometrelerce uzanırken tropik rüzgar serin Atlantik sularının kokusunu taşıyordu. Küçük bir yelkenliyle açıldım turkuaz sulara. Ne bembeyaz bir kuğuydu ne de tahta bir gulet. İki sağlam duba arasına gerilmiş tentenin üstünde ıslanarak mercan kayalıklarına yol aldım. Denize daldığımda yadırgamadı sarı, mavi, yeşil, turuncu balıklar ve suyun dibinde kıvrılarak ilerleyen kabuklu böcekler ve yarı hayvan yarı bitki suyun altında sallanıp duran renkli mercanlar ama ben gözlerimi bir an olsun kırpmadan şaşkın şaşkın, kalın camların ardından seyrettim onları. Narin süzülüşlerini, avucumdaki yemler için kapışmalarını ve bir kırıntı kalmadığında arkalarına bakmadan uzaklaşmalarını. Sonra öldüklerinde sertleşen canlı kayalara dokundum. Utanıp büzüştüler. Kimi dallarıyla sardı gövdesini, kimi yapışıp hayat bulduğu kayaya gömüldü.

Kumsala döndüğümde el arabasıyla satıcılar geçti önümden. Che’nin yüzü kızarmış şekerli hamurlara sarılı kese kağıdında, Hindistan cevizi satan adamın önlüğünde, yediğim dondurmanın külahındaydı. Akşam olurken yelkenlileri, kanoları kıyıya çekti görevliler ve dövmeli olan koluyla ne zaman alnından akan teri silse kaslarının üstündeki Che yapış yapış ıslandı.

Güneşin alevleri sönerken iki balıkçıl yan yana, aralarındaki mesafe bir an olsun değişmeden suya dalana kadar uçtu. Kumsalda yarım kalmış Hindistan cevizini gagalayan serçeden ve ayaklarıma tırmanmaya çalışan yengeç yavrusundan başka kimse yoktu ve ben tam bir hafta sonra ilk defa otel dükkanında görüp bir servet ödediğim çikolataya sarılmış kahvemi bekliyordum.


Hande Berra'ın Yazısı.