Biz Nerede Duralım?
Bir yerde durmak için bir istinat noktası şarttır. Duruş sahibi, durduğu yeri o noktaya göre belirler. O istinat noktasının bizi aşan, bizden yüce ve müteal bir kimliği olması gerekir ki bunca faninin gelgeç sevdası ile yerinden kaymasın.
Kâbe’yi tavaf ediyordu. Bir ara, gözü kör birisini gördü. Adam tavafta sürekli aynı duayı tekrarlıyordu: “Rabbim, senden yine sana sığınırım, senden yine sana sığınırım.” Merak edip sordu: “Hayırdır, niye böyle dua ediyorsun?” Adam önce anlatmak istemedi; ısrar etti ve konuşturdu: “Bir zaman yine böyle Kâbe’yi tavaf ediyordum. Gözüm bir güzele takıldı. O anda nereden geldiğini bilemediğim bir tokat patladı yüzümde, baktım ki gözüm önüme akmış. Ve akabinde bir ses duydum: ‘Artırırsan artırırız…’ O günden bu yana hep böyle tavaf ediyorum.”
Bu bir yerde dursun.
Sürekli işkence ediyorlardı. Acı ve bitkinlikten ayakta duramaz hale gelmişti. Dizleri üzerinde gözleri kapalı dururken bir şakırtı duydu. Bir de ne görsün? Zincir getirmişler, ellerini ayaklarını zincire vuruyorlar. Zaten karşı koyacak gücü yoktu. O an gözünü gökyüzüne çevirdi. Acı acı baktı ve ağzından mırıltı halinde şu sözler döküldü: “Vazgeçiremeyeceksin beni kendinden, vazgeçiremeyeceksin…”
Bu da bir yerde dursun.
Hızır, camide vaaz dinliyordu. Yanına bir adam oturdu. Adamın bir müddet sonra başı düşmeye başladı, uyudu uyuyacaktı. Hızır kolu ile dürttü: “Uyuyacaksın!” Adam uyarılmasına kızdı: “Uyumam, beni kendi halime bırak!” Öyle demişti ama başı yine düşmeye başlamıştı. Hızır yine dürttü. Adam bu sefer daha çok kızmıştı: “Uyumam demedim mi sana? Beni rahat bırak, yoksa kalkar Hızır olduğunu ilan ederim.” Hızır şaşırmıştı. Elini açtı: “Ya Rab, bende sevenlerinin listesi var, bu kimdir, ben bunu tanımıyorum.” Cevap geldi: “Sendeki liste bizi sevenlerin listesidir. Bir de benim sevdiklerimin listesi var. Bu onlardan…“
Bu ise ümidimizin yanında dursun.
Peki, biz nerede duralım? Bir yerde durmak için bir istinat noktası şarttır. Duruş sahibi, durduğu yeri o noktaya göre belirler. O istinat noktasının bizi aşan, bizden yüce ve müteal bir kimliği olması gerekir ki bunca faninin gelgeç sevdası ile yerinden kaymasın. O nokta kulluk yapmak için gönderilmiş bizlerin, bakıp kendisine çekidüzen verdiğimiz bir noktadır. Rabbimiz Allah’tır. İstinat noktamız O’nun çizdiği, koyduğu ve belirlediği sınırdır. Duruşumuz O’nunla belli olur. O’nu tanımadan bir duruş sahibi olamayız. Bir duruş sahibi olduğumuz zaman, hem O’nu hem de kendimizi bir yerde ve bir yerden tarif etmiş oluruz. Bu bir ara anlamına gelmez mi? Evet, gelir.
Allah’ımızla bir aramız vardır. Bu ara bir mesafe demektir. Bu mesafe Elest Bezmi’nde, o büyük buluşmada, hepimizin ve herkesin orada olduğu o büyük sahnede tayin ve tespit edilmiş bir mesafedir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusu işte bu tayin ve tespitin, “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” şehadeti de tayin edilen mesafenin tasdikidir. Nasıl bir mesafedir bu?
O “ben…” ve “siz…” demiştir. Bu iki anlama gelir. O bize kıymet vermiş, muhatap almıştır. Muhatap olmak ne büyük mazhariyettir. Ama bu aynı zamanda bir tescildir: Siz, Ben’den ayrısınız. Ayrı olmak, ayrı kalmak acıdır. Ama ne var ki ayrı kalmadan müstakil bir kimliğe sahip olunmaz. Ayrı kalmakla temayüz etmiş kimliğimiz, hem en büyük şerefimiz, hem de en büyük mesuliyetimizdir. Muhtemelen emanet de budur. “Siz…” hitabını duyan bizler, ayrı ve müstakil bir duruşun, varoluşun hazzı ile ayrı ve mesafeli kalışın, varoluşun acısını aynı anda yaşamışızdır. Hayat bu iki duygunun birbiri ile nöbetleşe gidip geldiği bir ara menzil değil midir?
Allah’ımızla bir aramız vardır. Bu ara bir idraktir aslında. O’nun kim olduğunu idrak etmek için, kendimizi idrak etmemiz kâfidir. O yüzden “kendini bilen Rabbini bilir” denmiştir. Kendimizi bilmemiz, bir duruş sahibi olmamızdır. Duruş sahibi olmak kolay değildir, irade ister, çünkü bizim durmamızı istemeyenler vardır. Bizi O’na bakarak tarif ettiğimiz yerde durdurmak istemeyenler vardır. Hatta tek vazifesi, varoluş amacı bizim duruşumuzu bozmak isteyenler vardır. Onlara karşı, duruşumuzdan taviz vermemek, unutmak fabrika ayarı olan bizler için ne kadar da zordur! Bu zorluk nasıl aşılır? Bu zorluk, bir emir tekrarı gibi, O’nunla duruşumuzu aynı metinde tarif eden bir sözleşmeyi gece gündüz hatırlamak ve tekrar etmekle aşılır. Var mıdır böyle bir metin? Vardır. “Seyyid’ül istiğfar” adı verilen, en büyük istiğfar duası işte böyle bir metindir. O’nunla aramızı tayin eden, duruşumuzu belirleyen şah ifadeler bu istiğfardadır. Duruş, seyyid’ül istiğfarda tevakkuf ile kaimdir. İstiğfar af dilemektir. Duruşumuz af ve bağışlanma istemekledir. Duruşumuz seyyid’ül istiğfar iledir:
“Allah’ım, Sen benim Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla sana verdiğim söz ve vaadin üzereyim. Yaptığım fenalıkların şerrinden sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim, günahımı da öyle. Beni bağışla; çünkü senden başka hiçbir kimse günahları mağfiret edemez.”
Başlangıç, yalvarışladır. O bizim Rabbimiz ve mürebbimizdir. Rab, efendi demektir. Efendi’ye itaat edilir. Ne yapılacağını Efendi söyler. Nasıl yaşanacağını da… Çünkü bu Efendi, aynı zamanda terbiye eder. Terbiyesini de kimseye bırakmaz, bizzat kendisi yapar, çünkü Rab olmak, başkasına muhtaç bırakmamak demektir. Bizi yaratan O’dur, biz O’nun kuluyuz. O’na verdiğimiz bir söz var. Dedik ki: “Sen bizim Rabbimizsin. Rab’sin, yani bize efendilik yapacak ancak Sen’sin, bizi Sana kul yapacak da Sen’sin. Terbiyene muhtacız. Dünya senin terbiye mekânın, hayat doğumdan ölüme kadar senin terbiye vesilendir. Burada her gördüğümüz, yaşadığımız, maruz kaldığımız ve tecrübe ettiğimiz Sen’in terbiye sürecinin bir parçasıdır. Bizi her an bir imtihan tecellisi ile baş başa bırakabilirsin. Bizi her an sınayabilir, her an mekrinle baş başa bırakabilir ya da burhanınla her an kendine giden yolu gösterebilirsin. Sözümüzü tutmak için yaşıyoruz, çünkü vaadinin farkındayız: Kıyamet kopacak. Gök çatlayacak. Geleceğinde şüphe olmayan bir gün gelecek. Sen hepimizi o gün bir yerde toplayacaksın. Yüz aklığı ile huzuruna gelenlere içinde ebedi olarak kalacakları Cennet’i vereceksin. Yüzü kara olarak gelenleri ise yine içinde ebedi olarak kalacakları Cehennem’e koyacaksın. O yüzden biz kötülüklerimizden Sana sığınıyoruz. Nimetlerinle perverdeyiz. Günahımız var, bizi bağışla, çünkü günahları ancak Sen bağışlayabilirsin.”
Kabre koydular. Münker ve Nekir melekleri geldi. İlk soru, en bilinen yerden çıktı: “Rabbin kimdir?” Hiç umulmadık bir cevap verdi: “Bana ne soruyorsunuz? Gidin O’na sorun. O derse ki kulumdur, ben zaten kurtuldum. Eğer ‘bilmem, tanımam’ derse ben şimdi burada ne dersem diyeyim, yandığımın günüdür.”
Bu da dursun mu bir yerde? Dursun.
Şunu da durduralım bir başka yerde: Sabah namazından çıktığında avluda bir sarhoş gördü. Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar perişan bir haldeydi. İçi acıdı. Ama cemaatten bazıları onun gibi düşünmüyorlardı. “Ne arıyorsun burada, ne bu halin, rezil herif, ne hale getirmişsin cami avlusunu…” şeklindeki sözlerle sarhoşu tartaklamaya başladılar. Bir müddet seyretti. O ara doldu, doldu, doldu. Dayanamadı, taştı. Atıldı ortaya, gömleğinin önünü yırtarcasına açtı ve bağırdı: “Sarhoşa mı vuruyorsunuz, ben de Allah sarhoşuyum, bana da vurun…”
Oğlu daha gencecikti ama ölüm döşeğindeydi. Başında gözyaşı döküyordu. Bir ara “oğlum, ahirette ne ile karşılaşmayı umuyorsun?” diye sordu. Oğlu gözlerini açtı ve soruya soru ile mukabelede bulundu: “Babacığım, eğer durumuma anneciğim karar verseydi acaba ne yapardı?” Tebessüm etti: “Oğlum, bir an durmaz, seni cennetin en güzel köşesine koyardı.” O da tebessüm etti: “Babacığım, hiç merak etme, benim Rabbim annemden şefkatlidir…”
Bu da tam kalbimizin ortasında dursun.
Biz nerede duralım?
Duaların efendisinde… Seyyid-ül İstiğfar’da: “Allah’ım, Sen benim Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum…” Gece burada duralım, gecemizi kurtaralım. Gündüz burada duralım, gündüzümüzü kurtaralım. Biz burada durursak, O –celle celaluhu- bizi bir yerde durduracak. O yer öyle bir yer olacak ki orada durup kalacak başkaları, duruş isteyene orası yetecek.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.