Hepimizin gözleri başka yerlerde ama aklımız arkamızda bıraktığımız acılı babada. Uzun bir yolumuz var dönüşte. Arada laf olsun diye konuşuyoruz hatta hava dağılsın diye espri yapmaya çalışıyoruz ama gülemiyoruz. Zoraki ve iğreti bir gülüş geçip gidiyor yüzümüzden. Gülmeyi beceremiyoruz.

Filistin’in Hebron şehrinde bir köye gidiyoruz yolcu minibüsüyle. Köyün meydanına yakın bir yerde iniyoruz. Hava sıcak. Evlerin arasında yürüyoruz. İki katlı, küçük bahçeli bir evin önünde duruyoruz. Bahçede güvercinler var. Filistinli psikolog arkadaşımız içeriye sesleniyor. Ev sahibi zaten bizi bekliyormuş, dışarı çıkıyor. 50-55 yaşlarında bir bey. Yıllarca köyün okulunda İngilizce öğretmenliği yapmış. Şimdi emekli, çalışmıyor. 5 oğlu varmış. Varmış diyorum çünkü biri 2014 Ramazanında İsrail askerleri tarafından öldürülmüş. Sabahın erken vakti, köylerinin girişinde. 22 yaşındaymış, adı Munir Ahmad Badarin. Biz de onun için geldik zaten. Üst kata çıkıyoruz. Küçük bir oda, odanın yanında bir lavabodan ibaret üst kat. Bir masanın etrafındaki sandalyelere oturuyoruz. Etrafta Munir’in resimleri…

Munir’i kaybetmesinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen babanın acısı taze ve bu acıyla başa çıkmakta zorlanıyor. Her hafta bir sivil toplum kuruluşu adına psikolog arkadaşımız bu acılı babayı ziyaret ediyor. Acısına ortak olmaya, acısını hafifletmeye çalışıyor. Baba acılı ama cesur. Acısını saklamıyor. Normalde Filistin’de erkekler duygularını çok açık etmezken, baba konuşuyor, anlatmak istiyor. Arada Munir’in abisi ve kardeşleri de içeri giriyor. İçecek ikram ediyorlar bize. Konuşmaya başlamadan önce psikolog arkadaşımız bizden bahsediyor ve herkes kendini tanıtmaya başlıyor. Önce Avustralyalı arkadaşımız kendini tanıtıyor. Baba “hoşgeldiniz” diyor. Sonra Singapurlu arkadaşımız kendini tanıtıyor. Baba “hoşgeldiniz” diyor. Sonra Amerikalı arkadaşımız kendini tanıtıyor. Baba “hoşgeldiniz” diyor. Sıra bana geliyor. Adımı ve Türkiye’den geldiğimi söylüyorum. O zamana kadar çok göz kontağı kurmayıp uzaklara bakan baba başını çevirip gözlerini sevgiyle gözlerime dikiyor ve geldiğimizden beri ilk kez gülen yüzüyle “hoşgeldiniz, İstanbul” diyor.

Sonra anlatmaya başlıyor, oğlunu anlatıyor, oğullarını anlatıyor, kendini anlatıyor. Munir özgürlüğüne çok düşkündü diyor. Güvercinlerle çekilmiş resimlerini gösteriyor. Onun beslediği güvercinleri hâlâ beslediklerini söylüyor. Sonra diğer oğullarını anlatıyor. Büyük oğlu evli olmasına rağmen onunla oturuyor. Çünkü ayrı evde yaşayacak imkanları yok. Diğer oğullar zaten aynı evde. Bütün aile babanın emekli maaşıyla geçiniyor. Gençler için çalışacak iş yok. Önceden duvarın İsrail tarafına geçip çalışıyorlarmış kaçak olarak ama şimdi o imkanları da kalmamış. Bu yüzden evde oturmak zorunda kalıyorlarmış.

Sonra kendini anlatıyor. Munir’in ölüm haberini nasıl aldığını anlatıyor. Munir’in başına nasıl koştuğunu anlatıyor. Kullanılması yasak olan, vücudu paramparça eden kurşunların yakın mesafeden oğluna nasıl sıkıldığını anlatıyor. Gözleri yaşarıyor. Gözlerimiz yaşarıyor. Devam etmek zor, hem konuşan hem dinleyen için. Ama derin bir nefes alıp anlatmaya devam ediyor. Evde her baktığı yerde oğlunu gördüğünü söylüyor. Her eşyanın ona oğlunu hatırlattığını söylüyor. Oğlunun şehit olduğu için ölmediğini ve onları görebildiğini söylüyor. Oğlunu mezara ilk koydukları gece mezarlığın üzerinde herkesin gördüğü bir ışık olduğunu anlatıyor. “Oğlumun şehadeti kabul oldu” diyor, yaşlı gözlerine rağmen gülen yüzüyle. “Oğlum için üzülmüyorum” diyor, “özgür biriydi, onu en iyi anlatan kelime özgürlüktü, bir kuş oldu uçtu gitti, istediği zaman geri geliyor, ben kendime üzülüyorum” diyor. Oğlunun ahlakının ne kadar güzel olduğunu, herkesle ne kadar iyi geçindiğini anlatıyor. Torununa oğlunun ismini koyduğunu ama torununun karakterinin oğlundan çok farklı olduğunu söylüyor. Görüşmenin bitiminde kalkmak için ayaklanırken zorla oturtturuyor bizi. Oğulları hemen yemek servisi yapıyorlar. Mütevazi sofrada çok lezzetli bir yemek yiyoruz. Ayrılırken herkesle el sıkışıyor, bana sarılıyor. Minibüse kadar uğurluyor bizi. Minibüs şoförüne bizim yol paramızı veriyor. Utanıyoruz. Mani olmak istiyoruz. Kabul etmiyor. Minibüse bindiğimizde arkamızdan el sallıyor. Dağ gibi güçlü ve mütevekkil. Yol boyu konuşmuyoruz. Hepimizin gözleri başka yerlerde ama aklımız arkamızda bıraktığımız acılı babada. Uzun bir yolumuz var dönüşte. Arada laf olsun diye konuşuyoruz hatta hava dağılsın diye espri yapmaya çalışıyoruz ama gülemiyoruz. Zoraki ve iğreti bir gülüş geçip gidiyor yüzümüzden. Gülmeyi beceremiyoruz.

O zamandan beri diyorum kendi kendime; “biraz gülmesek”. Twitter’da harika espriler var evet, Facebook’ta çok komik videolar var evet, muzip arkadaşlarımız bizi çok güldürüyor evet, gülelim eğlenelim ama arada bir dursak ve düşünsek bir Ramazan günü oruçlu iken yasak kurşunlarla öldürülen Munir’i, Munir’in gencecik yaşlarında hiç iş olmadığı için evde oturup babasının maaşıyla geçinmek zorunda kalan abilerini, Munir’in acısı hep taze ama güçlü kalmaya, ayakta durmaya çalışan babasını. Düşünsek de biraz gülmesek. Az gülmesek. Gülmesek...


Mehmet Dinç'ın Yazısı.