S. Bilgehan Eren

AVM içindeki esnaf ancak diğerlerine yem olur. Yahut yancı olur. Misal, uluslararası bir mağaza iki bin liraya bir takım elbise satar, AVM’de bulunan (esnaftan anladığımız buysa) terzi Nureddin Abi, 10 liraya paça boyunu kısaltır ki bu da esnafın boyunu uzatmaz.

Millî (ülke bazında) ekonomilerin, dünya ekonomisiyle entegrasyonu diğer bir ifadeyle dünyanın tek bir pazarda birleşmesini “ekonomik globalleşme” olarak ifade etmekteyiz. Mal, sermaye ve emek akışkanlığının artması sonucu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve ülkelerin birbirlerine yakınlaşması anlamına gelen ekonomik globalleşme ile Türkiye 1980 sonrası Turgut Özal döneminde tanıştı. Yaşanılan bu süreçte, kaynağı uluslararası sermaye olan mal ve hizmetlerin sayısı sınırlarımız içinde hızla artarken, gelişmiş ülkelerden Türkiye’ye hızlı bir teknoloji akışı da başladı. Biz bunu, kâh araba markalarındaki çeşitlilik olarak gördük, kâh özel TV kanallarında artış olarak müşâhede ettik.

1980 sonrası yaşamaya başladığımız dışa açılma maceramız, öncelikle tüketim kalıplarımızı sonrasında da “BİZ”i değiştirdi. Zira dışa açılmak ifadesine şöyle bir şerh düşmemiz gerekir. Dışa açılmak derken, asıl kastımız “dış”ın bize açılması, girmesidir. Yoksa bizim dışarıya açılmamız çok göreceli bir durumdu ki hâlâ da öyledir. Yani, dışa açılmışız da, ne satmışız, ne vermişiz; öyle değil mi? Bilgi yok, inovasyon yok, “know-how” yok, stratejik ürünler (ilaç, aşı, uçak, silah vb.) yok… Peki ne var? Don, atlet, gömlek ve montaj sanayi… 80’li yılların ortalarında “dış”ın bize açılması ise son derece kurnazcadır. Bir nevi ellerinde kalmış, kendi yurttaşlarının yüzüne bakmadığı eski teknolojik ürünleri -tabir yerindeyse- bize çakmışlardır. Ve işte bu çakış, sadece teknoloji ile sınırlı da değildir. Çünkü getirdiği ile götürdüğü arasında kafa hesabı hakkıyla yapılmamış bir teknoloji transferi aynı zamanda kültür emperyalizmine de ardına kadar açılmış bir kapıdır.

Kültür üzerindeki bu değişim ve ardına kadar açılan ruhî ve maddî kapılar neticesinde, dünyanın belli merkezlerinde ilan edilen moda ürün ve markalar, yurdumuzda da satılmaya başladı. Modanın somutlaştığı ürünlerin sunulacağı ve tabii ki satılacağı alanların da farklı mekânlar olması gerekiyordu. 1985 yılından itibaren sayısı hızla artmaya başlayan alışveriş merkezleri, üreticilerin ve tüketicilerin hizmetine girdi. “Her arz kendi talebini oluşturur.” diyen iktisat teorisi, pratik planda Türkiye’de de geçerli bir zafer kazandı.

İmdi biraz geriye gidelim. Tarih boyunca değişik mekânsal formlar almış olmalarına rağmen, günümüzün alışveriş merkezleri de, mağaza formatlarının ilk örnekleri de 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Jean Aristide Boucicaut 1852 yılında Paris’te “Bon Marche” adlı dükkânı açar. Bu dükkânın sloganı “Giriş Serbest”tir. İsteyenler içeri girip gezebiliyor, malları inceleyebiliyorlardır. Her malın tespit edilmiş fiyatı vardır ve bu fiyatlar diğer dükkânlara göre daha ucuzdur. Ayrıca müşteriye aldatılmadığı duygusu itinayla verilir. Satış elemanları en küçük bir kusuru bile müşteriye haber veriyorlardır. Kurnazca yürütülen bu pazarlama ve reklam stratejilerinin halk üzerinde etkisi büyük olur. Paris’teki Bon Marche isimli küçük dükkân sonradan içinde birçok ürünün satıldığı büyük bir mağazaya dönüşerek, Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşması ile “Bon Marche” ismi büyük mağazaları tanımlamakta kullanılan genel bir terim haline gelir.

Yaklaşık 160 yıl önce Bon Marche ile başlayan adımlar bugün özellikle günde yüzbinlerce kişinin ziyaret ettiği mega alışveriş merkezlerine dönüşür. Bu dönüşümle değişen tüketim alışkanlıklarımız, tüketim alışkanlıklarıyla da değişen değerlerimiz oldu.

Değişen tüketim alışkanlığımızla beraber İstanbul’un kalbi Eminönü, Tahtakale, Kapalıçarşı yerine alışveriş merkezlerinde atmaya başladı. Alışveriş merkezleri, bizlere sunduğu geniş ürün ve hizmet yelpazesiyle sabah saatlerinden, akşam saatlerine kadar içinde vakit geçirebilme imkânı tanıdı (!); özellikle gençleri bir nevi hapsetti. Dünya markalarının bulunduğu mağazaları gezmekten yorulduğumuzda, dünya markaları olan “kafe”lerde “kahve”mizi yudumladık lâkin (tıpkı dostluklar gibi) kahvelerin de artık kırk yıl hatırı kalmadı. Acıktığımızda dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı standartlarda hizmet sunan dünya markası “fast food” restoranlarda karnımızı doyurduk ancak o kadar doyurduk ki bir kısmımız ve özellikle yeni yetişen nesil obez oldu. Canımız mı sıkıldı? Üzülmemize gerek yok, hemen bir sinemaya daldık. Ki bu hususa haziran sayısındaki yazımızda değinmeye çalışmıştık. (Bkz. “Satan”ların İ$ ve Dü$ Dünyası)

Dahası, cep telefonu satın alabileceğimiz teknoloji mağazalarından, kredi çekebileceğimiz bankalara; beyaz eşya alabileceğimiz dükkânlardan, çocuklarımızı eğlendirebileceğimiz kulüplere kadar her şeyi bulduk bu tüketim tapınaklarında. Bundan dolayı kredi mağduru olduk, evlerimiz kullanmadığımız, yılda birkaç defa ihtiyaç duyduğumuz anlamsız teknolojik ürünlerle doldu. İthal ürünlerin bu kadar popüler olması dış ticaret açığımızı genişletti. Üretmediğimiz ürünleri tükettiğimiz için mali durumumuz dengeye bir türlü oturamadı. Sokakta değil AVM’lerde büyüyen çocuklarımız ise bir taraftan mağdur (arkadaşlardan ve aile büyüklerinden), bir taraftan mağrur (müthiş bir kibir sahibi), bir taraftan mahcup (otobüse bile yalnız binmeye korkan), bir taraftan mağlup (çocukça bir çocukluk geçiremediği için), bir taraftan mahzun (yüzlerce yeni şey görüp hepsini alması mümkün olmadığı için), bir taraftan mazlum (aslında bunda kendisinin hiçbir suçu olmadığı için), neticede ve toplamda çok büyük bir bölümü ise mutsuz ve depresif oldu.

Sözde otopark sorunu olmayan alışveriş merkezlerinin, asıl sorunu ise zaten şehirde meydana getirdiği trafik kaosundan ötürü, otoparka ulaşma sorunu. Kaldı ki ulaştığınızda arabanızı park etmeniz için içerde yarım saat turlamanız da gerekebilir.

Peki ya istihdam? AVM’ler birçok kişiye istihdam sağlıyor değil mi? Evet, asgari ücretli yüz kişilik istihdam karşılığında, mahallelerin temel taşı olan yüzlerce esnafı ortadan kaldırarak. “Ahmet Efendi deftere yaz, maaş alınca ay başında ödeyeceğim” taahhüdü yerine, “falanca kredi kartına kaç taksit yapıyorsunuz?”a bırakarak… Veresiye defterlerini artık Ahmet Efendi’lere değil, bankalara tutturarak… Ve geciktirilen her borç için gün başına yüzde faizler uygulatarak…

Son olarak şunu önemle vurgulayalım. 2014 yılının son aylarında sayın devlet büyüklerimiz AVM’lerde ahilik kültürü olması gerektiği yolunda açıklamalarda bulunmuştu. “Alışveriş merkezlerinin dualarla açılması gerektiği, yüzde 5 esnaf kotası olması gerektiği” gibi -bizim anlam veremediğimiz- popülist hitaplar gerçekleştirmişlerdi.

Öncelikle şunu ifade edelim. Büyük balığın küçük balığı yediği bu sistemde, AVM içindeki esnaf ancak diğerlerine yem olur. Yahut yancı olur. Misal, uluslararası bir mağaza iki bin liraya bir takım elbise satar, AVM’de bulunan (esnaftan anladığımız buysa) terzi Nureddin Abi, 10 liraya paça boyunu kısaltır ki bu da esnafın boyunu uzatmaz.

Dualarla açılmasına gelince… Antep’teki eski çarşı dualarla açılabilir, açılıyor da… Peki “Nişantaşı City’s”te nasıl olacak bu iş? “Akmerkez”de? Bir alışveriş merkezindeki küresel markaları bir gözümüzün önüne getirelim… Çalışanlar mağazaların önüne çıkmış ellerini açmışlar. Ne kadar absürt. Tamam, burada çalışanların çoğu belki Müslüman ama adamların kurumsal yapısı buna müsait değil. Vakıf hizmet binası mıdır bu? Ruhuna, “varlık sebebi”ne aykırı… Adamlar kapitalizmin dibine vurmuş. Kaldı ki, ne yani şu mu olacak, “Louis Vuitton” müşterisine şunu mu diyecek: “Biz bugün çok kâr ettik. Lütfen bundan sonraki ihtiyaçlarınızı karşıdaki ‘Dolce & Gabbana’ mağazasından karşılayın, onlar daha siftah etmediler.”

Hâsılı, vahşi kapitalizmin olduğu yerde (ister bu bir mekân olsun, isterse de bir kişinin yüreği), orada insanlık yok, diğergâmlık yok, namus yok, adalet yok, huzur yok ve belki de en önemlisi orada bereket yok.

Bize lâzım olan ise, ne tüketim ekonomisidir, ne de AVM enflasyonu… Acilen, nifak sistemini ortadan kaldıracak infak ekonomisine muhtacız!


GENÇ'ın Yazısı.