Sanat tarihine iz bırakan çift avlulu külliye belki de ilk ısıtma sistemine sahip binaydı. Taş ocaklarda yanan odunun ısısı mahzenden çift katlı duvarların arasına yayıldı. Hamamdan gürül gürül kaynar sular akarken göbek taşı sıcaktı.

Ne kaleydi ne de saray, bir kartal yuvasıydı dağların tepesinde yükselen, uzaklardan gördüm, yalnızdı. Üstünden uçan kuşlar, pencerelerinden sarkan perdeler, avlusunda koşturan çocuklar yoktu. Birinden süt diğerinden su akan çeşmesi kurumuş, zindanları karanlık, camisi seccadesiz.

İshak Paşa dedesinin, babasının hüküm sürdüğü topraklara dillere destan bir saray kurdu. Taştan dantel ördü ustalar. Taç kapı yedi çeşit bezemeyle donandı, kümbet sekizgendi yedi köşeye sahip olmak için, zanaatkar kırık lalenin, kartalın, hayat ağacının kıvrımlarına efsanesi olan hikayeler sakladı. Alçak pencerelerden Nuh’un dağını, aylarca güneşe hasret sel sularında sürüklendikten sonra insan oğlunun ilk ayak bastığı toprağı seyretti cariyeler. Bu saray doğuluydu, batının simetrisinden uzak, emek, inanç ve duyguyla inşa edilmişti. Altın kapı dünyaya açılsa da caminin minaresi gökyüzüne yükseldi. Muayede salonunda duvarlar susmadan dua etti İshak Paşa için, ayetten, hadisten çok onu öven şiirler kazınmıştı taşa.

“Buldu bu kasr-ı dil-ârâ avn ile çün hâtime

Kıl kerem İshâk’a hem yâ Rabbi hüsn’ül-hâtime”*

Sanat tarihine iz bırakan çift avlulu külliye belki de ilk ısıtma sistemine sahip binaydı. Taş ocaklarda yanan odunun ısısı mahzenden çift katlı duvarların arasına yayıldı. Hamamdan gürül gürül kaynar sular akarken göbek taşı sıcaktı. Ne güzelliği ne de dillere destan şöhreti içinde yaşayanları mutlu edebildi. Dört, beş yıl sonra vazife İshak Paşa’yı çağırdığında ne o, ne de başkası anlayamadı, terfi miydi bu, yoksa sürgün mü?

Kuş evleriyle süslenmiş sahipsiz kümbetin sahibi tanıdığım, sevdiğim, hasret duyduğum biri gibi parmak uçlarımı taşa oyulmuş sarmaşıkta, parlamayan yıldızda, köşesi kırık gülde gezdirdim. Bir güvercin kendisi için yapılan sırça sarayı beğenmeyip çatlak yosunlu bir oluğun içine taşıdığı çalı çırpının üstüne yumurtlamıştı.

Kayaların içinde kaybolmuş Urartu Kalesi’nin hemen altında, üç kızıl kubbeli bir türbe ve arka bahçesinde kuru otlar arasında çatlak, kırık, unutulmuş mezar taşları var. Bir yanımda Ahmed-i Hani türbesi diğer yanımda kapısına kilit vurulmuş derbeder, hüzünlü bir cami (Bayazıt Camii) kayaların üstüne oturmuş çiseleyen yağmura rağmen İshak Paşa sarayını seyrediyorum. Tek dostum elimi yalayan tüyleri dökülmüş yaşlı bir köpek.

Doğu Beyazıt Türkiye’nin sonu hatta Türk olduğunu unutan bir şehir. Otobüs duraklarının, çöp kutularının üstündeki yazılar benim lisanım değil, semaverde kaynayan çay kaçak. Koşturup bağıran çocukların dediğini anlayamıyorum. Uzattığım çikolataya şüpheyle bakıyorlar. Kendi toprağımızda ay yıldızlı bayrağın altında Van’da Kars’ta vatan için can veren Osmanlı torunları ne zaman yabancılaştık.

Yüzyıllardır dağın bir parçası olan saray ben uzaklaştıkça seçilmez oldu. Gerçekten var mıydı böyle bir yer! yoksa her gece rüyama girip beni diyar diyar dolaştıran Şehrazat’ın hikayesi miydi kulağımda yankılanan...

* ”Bu gönül okşayan saray, Sen’in yardımınla yapıldı,

Ya Rabbi İshâk’a şefâat et, sonunu hayır eyle”


Hande Berra'ın Yazısı.