Hüseyin Erbağ

Gönüllüyüz ve kıtaları aştık. Fildişi Sahillerinde birçok vakfı, STK’yı ziyaret ettik. Bizler için içlerinde en farklı ve en etkileyici olanı bir vakfa bağlı olarak çalışan hastane ziyaretiydi. Hastanenin bulunduğu mekan Fildişinin siyasi ve ekonomik başkenti Abidjan’ın varoş semtlerinden birindeydi. Hastane dememiz sizleri yanıltmasın. Türkiyedeki gibi çok katlı, lüks, parkı, bahçesi olan dört beş bloklu bir yapı gözünüzün önüne gelmesin. Buradaki insanlar oraya hastane dedikleri için biz de öyle isimlendirdik. Hastaneye ulaşmak için çamurlu, göçüklerin yürümenizi engellediği, haddinden fazla çöpün sokağa hakim olduğu yollardan geçtik. Sağlı sollu köhne, her an yıkılmaya müsait, kapkara duvarları olan dükkanların arasında bir yerdeydi hastane. Hastanenin kendisinden bahsedecek olursak; ona yakın konteynırın bulunduğu, üzeri saçlarla kapatılmış, dıştan bakınca hiç de sağlıklı görünmeyen bir yapı. Hastaneye girerken elinize koruyucu jel sıkıyorlar. Girişin sağ tarafında kayıt bölümü bulunuyor. Hastalardan 300 CFA gibi düşük bir fiyat alıyorlar. İçeri girdiğimizde onlarca Afrikalı anne ve çocuğu sırasının gelmesini beklerken bulduk. Ortada geniş bir alan ve neredeyse her metrekaresi dolu. Belki de buraya kadar bahsettiklerimizi Afrika belgesellerinden izlemiş olabilirsiniz. Orayı farklı kılan eskiliği, kirliliği, kalabalıklığı, hijyensizliği değildi. Hastanenin müdüresi idi orayı farklı kılan. Hastane müdüresi 55-60 yaşlarında yaşlı bir bayandı.

Müdüre, kendisinin 17 senedir burada olduğunu söyledi. İşin ilginç tarafı bu bayan buraya gelmeden önce çok rahat ve lüks bir hayata sahipmiş. Öyle ki havuzlu villasını, şöförü olan lüks arabasını terk edip gelmiş bu hastaneye. Bizdeki tabirle rahatını tepmiş de gelmiş yani. Bizlerin bir saat bile zor durabildiği bu yerde o, 17 senedir varmış. Tek derdinin insanlığa hizmet etmek, Allahın rızasını kazanmak, çocukları mutlu etmek olduğunu söyledi. Çünkü insanları mutlu etmenin kendisini de mutlu ettiğini düşünüyormuş.

Müdüre hanım ile ülkeye gelişimiz ve Fildişi hakkında konuştuktan sonra beraber hastaneyi gezmeye başladık.

Ziyaret ettiğimiz hastaların hepsi AİDSli idi. Bizlerin değil dokunmak, yanlarında dururken bile tedirgin olduğumuz hastaları müdüre, merhametle okşuyor, onlara isimleriyle hitap ederek nasıl olduklarını soruyordu. Orada bulunan hastaları ziyaret ettikten sonra ek binalarını da görmemizi, orada da hastaların olduğunu söyledi.

Yürüme mesafesindeki ek binaya gitmek için yola koyulduk. Yolda müdüre, gördüğü her çocuğun başını, Hz. Peygamberin hadisinde belirttiği şekliyle sevap umarcasına şefkatle okşuyordu. Yol boyunca, gördüğü insanlara, gülümsemenin sadaka olduğunu bizlere öğretmek istercesine gülümsüyor ve selam veriyordu. Genç bir adam onu durdurup elindeki meyve poşetini minnet borcunu ödercesine gülümseyerek müdüreye teslim etti. Hediyeyi alan müdüre bize dönüp gülümsedi ve “beni burada onlar besliyor” dedi.

Bizlere gelince bizler burunlarımızı tıkamakla meşguldük. Geçtiğimiz yerler öyle keskin öyle kesif, rahatsız edici kokuyordu ki o çirkin kokuyu ancak kendisi ile tarif edebiliriz.

Ve nihayet ek binaya ulaştık Müdüre orada çalışanları bize tanıttı. Bayan çalışanlardan bahsederken onlar benim meleklerim, onlar burada olmasa işlerim yolunda gitmez dedi. Görevlilerin bu sözlerden mutlu oldukları gözlerinden ve gülümsemelerinden anlaşılıyordu.

Müdüre, hepsi AİDS hastası ve yetim olan çocukların hikayesini anlattı. Buraya geldiklerinde her birinin ölmek üzere olduğundan çok zayıf olduklarından bahsetti. Ama burada onlara iyi baktıklarını şimdi hepsinin iyi olduğunu söyledi. Gerçekten çocukların arasında tombul olanları bile vardı. Eski hallerinden eser kalmamıştı sanki.

Müdüre, yetimle ilgilenmeyi teşvik etmek için İslam peygamberinin söylediği “Yetim çocuk ile ilgilenen kimse ve ben cennette şu iki parmağım gibi yakın olacağız” hadisini anlamış ve onunla amel eden bir kadındı. İslamın yetimler konusunda, mensuplarından istediği bu olsa gerek.

AİDS’li çocuklardan bazılarını bir annenin çocuğunu sevgi, merhametve şefkatle öptüğü gibi bizdeki tabirle şapur şupur öptü. O çocukları belki öz anneleri öyle öpmemişti. Bizler en fazla yanaklarını sıkarken, başlarını okşarken o, çocukların hastalıklarına, yüzlerinin kirliliğine, ağızlarının batıklığına aldırmadan öpüyordu.

Orada yatan büyük yaştaki AİDS hastalarını da bizlere aynı muamele ile tanıttı. Hastaların durumu hiç de iç açıcı değil bunu anlamak için doktor olmaya gerek yoktu. Zayıflıktan kemikleri açığa çıkmış, sorulan sorulara en fazla kafalarını sallayarak cevap verebilen, gözlerinin ışığı sönmüş bu hastalar onlara biçilmiş nefes sayısının son demlerini alıp veriyorlardı. Müdüre herhalde Resulullah’ın “Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakkı beştir, onlardan biri de hasta ziyaretidir” hadisini biliyordu ve gene merhamet etmeyene merhamet olunmaz hadisini de biliyordu ki o hastaları ziyaret ediyor onlara merhametli davranıyordu.

Sizce bahsettiğimiz bu müdüre Suudlu Ayşe miydi? Yoksa Türkiyeli Hacer miydi? Ya da Mısırlı Rabia mıydı? Hayır, hiçbiri değil. Bu müdüre, İsviçreli Hrıstiyan Lotti Lotreus’du.


GENÇ'ın Yazısı.