Tarihin her devrinde olduğu gibi bu devrede de şakülü kaymış insanlığa yeniden istikametini gösterecek cümle bu cümledir. Etrafımızdaki ve içimizdeki putlara Lâilâheillallah yetecektir. Ama şu şartla ki, lâ bilinmeli, ilah bilinmeli, illâ bilinmeli ve en önemlisi Allah bilinmelidir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tek bir cümle ile ve tek bir cümle için geldi. Hayat, ölüm, dünya ve içindekiler ve hatta öte taraf o cümle ile anlam kazandı. O cümle ihtişamın zirvesindeki mütekebbire de, kendi köşesindeki münzeviye de yetti. Bir bedevi ilk işittiğinde o cümleyi, “demek dünyayı karşılarına alacaklar” demişti. O cümle ile yola çıkan dünyayı karşısına aldı. O cümle ile yola çıkan, gün geldi dünyayı altına aldı. O cümle dünyayı aldı, bambaşka bir dünya yaptı. O cümle eriştiğini, değiştirdi. O artık bir daha eskisi olamayacak yeni bir hayatın sahibi oldu. Ne dünya ne içindekiler o cümleden sonra aynı kaldı.

Rasûlullah tek bir cümle için ve tek bir cümle ile geldi. O cümle burunlarına konan sineği bile kovmaktan aciz putları hak ile yeksan etmekle kalmadı, putlara anlam veren zihniyetleri de parçaladı. Ümidi, korkuyu ve sevgiyi olması gereken yere çekti, merkezine oturttu. İyi ile kötünün tanımını değiştirdi. Kula kulluğu ve kulun kendine kulluğunu bitirdi. Şakülü kaymış bakışlara ayar verdi. Sözü düzeltti. Faydanın ve zararın ne olduğunu hatırlattı. Menfaatin ve mazarratın kaynağını gösterdi. Özgürleştirdi. Maddi ve manevi hürriyetin adresini gösterdi.

Lâilâheillallah’tı o cümle; Lâilâheillallah yani Allah’tan başka ilah yoktur.

Lâilâheillallah, klasik tabiri ile nefy ü ispattır. Nefy reddetme, ispat ortaya koymadır. Nefy kısmı, reddedileceğin hükmünü verir; iddiası, ihtimali ya da itibarı olan ne varsa hepsi “lâ” ile silinir. Kendisine ilah denecek kimse ya da şey bizatihi bir iddia ile çıkmış, bir ihtimale dayanmış, bir itibarla var olmuşsa artık yok hükmündedir. Böylesinin Allah yanında ne iddiası, ne ihtimali ne de itibarı yoktur. Çünkü ispat kısmında ifade edildiği gibi sadece Allah vardır. Allah’ın olduğu yerde kimin bir iddiası, O’nun biçtiğinden öte bir ihtimali ve itibarı olabilir ki… Önce yok sayıp, sonra var olanın kim olduğunu haykırmak manası reddederek başlamaktır. “Lâ” ile reddedildi mi, “illâ” ile kabul edilecek izhar edilmiş olur.

Lâilâheillallah… Biz bu cümle ile ve bu cümle için geldik. Hayatımız da ölümümüz de, dünya ve içindekiler de bu cümle içindir. Bu cümle at izi ile it izinin birbirine karıştığı, iyi ile kötünün muğlâklaştığı ve safların darmadağınık olduğu bir zamanda bize yetecek bir cümledir. Her zaman öyle olmuştur. Yine öyledir ve bundan sonra da öyle olacaktır. Tarihin her devrinde olduğu gibi bu devrede de şakülü kaymış insanlığa yeniden istikametini gösterecek cümle bu cümledir. Etrafımızdaki ve içimizdeki putlara Lâilâheillallah yetecektir. Ama şu şartla ki, lâ bilinmeli, ilah bilinmeli, illâ bilinmeli ve en önemlisi Allah bilinmelidir.

Lâ nedir? İlah neyse onu reddetmektir. İlah nedir? Allah’ın hâkimiyet sahasına müdahale eden, böylece hakkına giren her şeydir. Neye uyulup neye uyulmayacağını Allah belirler. İyi ve kötünün ne olduğunu da… Hayatın nasıl yaşanması gerektiğini de O söyler. İlah ya da put bu alanlara ilişkin kendisinden medet umulan kimse ya da şeydir. Örneğin, Zülhalesa cahiliye döneminde tazim edilen bir puttu. Mekke ile Yemen arasında Tebâle adı verilen yerde bulunuyordu. Aslında beyaz bir taştan başka bir şey değildi. Üstünde taç şeklinde bir oyma vardı. Etrafındaki kabileler ona saygı gösterir, kurbanlar sunarlardı. Önünde “Âmir” (buyurucu), “Nâhî” (yasaklayıcı) ve “Mutarabbis” (mühlet verici) adlı üç fal oku vardı. Bir karar isteyen, gelir bu okları çeker ve ona göre hareket ederdi. Buyruğu ondan bekleyen, yasağı onunla bilen, süreyi onun koymasını isteyenler Zülhalesa’yı ilah biliyor, böylece Allah’ın egemenlik sahasına müdahale etmiş oluyorlardı. İlah, Allah’ın hukukunu ihlal eden kimse ya da şeydir. Bunu ret, Allah’ın hukukunu korumak demektir. Hukuku korumak için önce nefyetmek gerekir. O yüzden “Lâ ilâhe”, “illallah”dan önce gelir.

Neyi reddettiğini bilmeyen, neyi kabul ettiğini de bilmez. İlah mefhumundan haberi olmayan Allah’ı hakkıyla takdir edemez. Allah’ı hakkıyla kim takdir edebilir ki? Ama O’nun hükmünün, kanununun ve işinin ortağı olmaya yeltenenleri suçüstü yapabiliriz. O’nun şeriklerini ya da buna cüret edenleri bilmek, peşin bir ret tavrı doğurmalıdır. İlahlığa soyunanlar karşılarında İbrahimî bir tavır bulmalıdır. O’nun şerikini bilmekle onu reddetmek eş zamanlı fiillerdir. Biliyorsak reddederiz. Reddettiğimiz takdirde “illallah” sırrı zahir olacaktır. O yüzden ilk iş kimler şeriktir, kimler ilahlığa soyunmaktadır, kimler puttur, bunu bulmaktadır.

Putçuluk, taştan, ağaçtan ya da helvadan nesnelere ümidi, korkuyu ve sevgiyi hasretmekten öte bir şeydir. Putçuluk bir zihniyettir. Bir tür somutlaştırma, elle dokunur, gözle görülür hale getirmedir. Müteal yani aşkın olanı eskimez ifadesiyle “teşahhus ve taazzuv”laştırmadır. Bu çerçevede bizatihi idrak edilecek bir keyfiyet değildir. Onu ancak, tek ilah inanışının yanında ifsat etmek için görürüz. İlginçtir ama gerçektir; putçuluk ancak tevhid inanışı varsa vardır, çünkü putçuluk kendi başına bir anlam ifade etmez. Bir Allah’a çağıran varsa orada putçuluğu hortlatacak zihniyet de vardır. Dün de vardı, bugün de vardır, yarın da var olacaktır. Allah’ın aşkınlığı ve O’na giden yolu cahil ve zalim insanın göze alamaması putçuluk zihniyetinin hortlamasına elverişli bir alanın varlığını sürekli kılar. Bu, mücadelenin de sürekli olacağını gösterir. Dünün putları objeler şeklindeyken, bugünün putları daha farklı bir biçim ve şekilde ama mutlaka benzer içerikte tevhid yolunun altında, üstünde, sağında, solunda, tam ortasında yer alırlar. Onları bilmek ve reddetmek, tevhid yolunda berdevam olmanın şartıdır.

Rasûlullah bir cümle ile geldi. Ve aslında o tek cümle için geldi. Biz de o cümle ile yaşamak ve o cümle ile ölmek için buradayız. Putunu devirmek isteyenin çaresi o cümlededir.

Putçuluk zihniyeti bugün de varlığını devam ettiriyorsa İbrahim’lere bugün de ihtiyaç vardır. Bir İbrahim daha gelmeyecekse içimizde bir İbrahim doğrulmalıdır. “Batıp gidenleri sevmem” diyen ve “size faydası ya da zararı olmayacak, taştan şeylere neden taparsınız” diye soran bir İbrahim… Alıp eline kalbinin ve zihninin birleştiği yerden bileylenmiş baltasını, içindeki putları paramparça eden bir İbrahim…

İçimizde bir İbrahim uyanmalıdır, çünkü içimizdeki putları temizlemeden, dışımızdaki putlara yönelemeyiz. İçimizden dışımıza ya da dışımızdan içimize uzanan putları görmek zorundayız. İçimizde bir put yapı mekanizması sürgit çalışmaktadır. Sevdiğimiz, ümit ettiğimiz, korktuğumuz her şeyden ve kimseden putlar üretmekte üstüne yoktur. Yöneldiğimiz yeri, zamanla tutulduğumuz, kelepçelendiğimiz yere dönüştürmekte mahirdir. İçimizde filizlenen bir de bakmışız bir zaman sonra bütün bakışımızı, görüşümüzü ve dahası bizi kaplamıştır. Ve içimiz gözün gözü görmediği, gözün özü görmediği, özün kör olduğu bir cangıla dönmüştür.

İçimizdeki put üretim mekanizmasının en mümbit sahası isteklerimizdir. Öyledir çünkü “teşahhus ve taazzuv” eden, kendi menfaatimizdir. Ona kim ve niye karşı koysun ki? İşimize geleni ya da gelmeyeni, beşeri tarafımızın pusulası ile belirlemeye başladığımız anda putumuz ortaya çıkmış demektir. Zevk anlayışımız, konforumuz, hazlarımız hayatımızı yönlendiren temel saik haline gelivermiştir. Zevk ve hazzın olmadığı her anı kayıp telakki etmeye başlamış, onun yerine ikame edilecek bir hizmet ya da zahmeti rahmet olarak görmez olmuş, canımızın her istediğini her zaman almak ve yapmak konusunda doymak bilmez hale gelmişizdir. O zaman maazallah ayetin takbih ettiği kişiye benzemez mi halimiz: “İstek ve arzularını ilah edineni gördün mü?” (Furkan, 43)

Heva ve hevesin put olması, menfaati hayatımızın merkezine oturtmak demektir. Menfaat; diploma, iş, statü, koltuk, maaş, ortam ve içinde bulunduğumuz muhit olabilir. Kendisine tutunup hayata oradan baktığımız, üzerine tir tir titrediğimiz, yokluğunu muhal farz diye bir kerecik bile tahayyül etmediğimiz varlık sahamızdır orası. Oraya yönelecek en ufak bir tehditte dişlerimiz keskinleşir, gözlerimiz çakmaklaşır, tırnaklarımız uzar, sesimiz boğuklaşır; uğruna en yakın arkadaşlarımızı, evimizi, eşimizi, çocuklarımızı kurban vermekte bir an bile tereddüt etmeyiz. Tıpkı eski zaman insanlarının putlarına sunduğu kurbanlar gibi…

Kendisi ile hayata yöneldiğimiz, kendisi ile yol aldığımız ve kendisi ile geçici tatminler yaşadığımız her şeyde bir put potansiyeli vardır. Her anımız, her yanımız, herkes ve yöneldiğimiz her yön putlaştırmaya, putlaşmaya, kaskatı kesilip, kalbimizi bunaltmaya muktedir bir mahiyete sahiptir. O yüzden fani olanı değil Bâkî olanı istemeli ve zikri daimi üzeri olmalıyız. Her fani “lâ” ile nefyedilecek bir fenâya ve Allah “illâ” ile izhar edilecek bir bekâya sahiptir. Ve bunun en kestirme ve nuru da keskin ifadesi “Lâilâheillallah”tır. Putları darmadağın edecek, bizi o halin katılığından koruyacak ve sürekli teyakkuz halinde bulunduracak hayat simidi Lâilâheillallah’tır.

Rasûlullah bir cümle ile geldi. Ve aslında o tek cümle için geldi. Biz de o cümle ile yaşamak ve o cümle ile ölmek için buradayız. Putunu devirmek isteyenin çaresi o cümlededir. Putunu “Lâilâheillallah” ile devirene aşk olsun. “Aşk olsun” sadece bir temenni değildir bu arada. Putunu kıranın yaptığı iş o kadar büyüktür ki aşk ona yol, âşık da ad olmuştur.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.