Öyle ya da böyle insanın başına gelenlerin çoğu dil belasından oluyor. Ya yerinde konuşmuyor ya haddi aşıyor kelimeler vasıtası ile.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Yerinde edilen sözle nice gerginlikler sulha bırakır yerini, yerinde edilmeyenle de belki bir kıvılcım yakar ormanı. Öyle ya da böyle insanın başına gelenlerin çoğu dil belasından oluyor. Ya yerinde konuşmuyor ya haddi aşıyor kelimeler vasıtası ile.

Velhasıl sözün tesiri çok kuvvetli.

Sözün en çok tesir kazandığı yerlerden biri de dualar. Özellikle canı gönülden, dilin kelimelerine kalbin hissedişlerini de katarak yapılan dualar.

Fakat insanoğlu zalim ve cahil (Ahzab, 72). Üstelik aceleci (Enbiya, 37). Dua ettiğinde, dile getirdiği her şey hakkında hayır zannettiği gibi, duası gerçekleşsin diye de acele eder.

Biz, iş olup bittikten sonra “işte bu, şu duamın karşılığı” deriz. Yahut “şöyle dualar ettim ama kabul olunmadı” diye kesin hükümler veririz. Her dua aslında bir seçimdir. O seçimlerin her biri hayatımızı tamamen farklı bir çizgiye çekebilir. Fakat çoğu zaman bunun farkında bile olmayız.

Dua kadar, duaların neticesi de imtihan. Duası kabul olduğunda şımaran, duası ertelendiğinde somurtan bir tarafı var insanoğlunun. Haşa, Rabbine darılan, istedim de vermedi diyebilen, kendince bir karşılık olarak duayı da bırakan bir küstahlığı var. Halbuki kula düşen dua ve gayret… Kabul olunması hemen mi tecelli edecek yoksa başka bir şekilde mi verilecek karşılığı, bizim haddimizi aşan mevzular.

Dua bahsi geniş. Çok da keyifli. Fakat bu yazıda asıl bakalım istediğim, kendi dilimizle kendimize çektirdiklerimiz.

Annesi babası nezdinde, kardeşlerinden daha az değer gördüğü zannında olan bir genç, bir cahillik edip, kendine zulmetti vakti zamanında. İnşallah uzaklara giderim de beni özler, kıymetimi bilirsiniz diye dua etti bir gün. İçinin yangını dilinin de alevlerle sarılmasına sebep oldu. Zannediyordu ki böylelikle kıymeti artacak, onun hasretini çekecekler. Dua kapıları açıkmış, nice hikmeti var belki, bilinmez. Duaları kabul oldu genç adamın. Kimilerine göre gurbet sayılmasa da uzaklara taşınmak zorunda kaldı. Ha deyince gidilemeyecek kadar uzaklara. Zaten hayat, ha deyince en yakındaki kapıları bile kapatabiliyor bazen ya, neyse.

O genç tövbe etti bu duasına, Rabbinden utana utana. Öfkesinin ateşi utancın kırmızılığına çevrildi. Bayramlarda, tatillerde gitti ailesinin yanına. Evet kıymet gördü daha çokça ama bu onu doyurmaya yetmedi. Ailesindeki çocukların büyümelerine gün gün şahit olamadı. Havadisleri hep geç öğrendi. Hastalıklarda bir bardak su götüren, yorgunluklarda dinlendiren, gönül kırgınlıklarını saran olamadı. Kendi günleri ile ailesinin günleri arasında bir köprü olsun diye her gün aradı telefonla… Ama birkaç dakikaya neleri sığdırabilirsiniz ki? Bir köprüden bir şehri taşıyabilir misiniz ki?!

Ayrılırken, arkasında gözü yaşlı birini bırakmanın acısı; o gurbetteki evladın karşılanması sevincini, iltifatlarını, ikramlarını solgun birer renge dönüştürüverdi.

İnsan dua vasıtasıyla bile kendine zulmedebilen bir canlı evet ama duanın sonucu başa gelip, pişmanlık oluşturacak sonuçlar doğurduğunda isyana, keşkelere lüzum yok. Olanda hayır vardır deyip sılaya da gurbete de hakkını vermek; yaşanan o anın gereğini yerine getirmek gerek. Fakat o cahilce edilen duaların tesirini Rabbimizin merhameti yumuşatsın, zararını faydaya tebdil etsin diye tevbeye ve yine duaya sarılmalı.

Çünkü bu; yaptığımız her iyi işin, dünyanın başka bir yerinde bir kötülüğü silip, bir iyiliğe yol bulduracağını bilmek demek. Küçük büyük demeden, insan olmanın verdiği ağır sorumlulukla ve her nefesi, nefes üfleyenin emaneti olduğu şuurunda kıymetlice harcama gayreti demek. Elimden gelen budur ama hiç kısmadım gayretimi, kirletmedim niyetimi diyebilmek. Pişmanım ama yığılıp kalmadım, güzeli gördüm, çirkini örttüm, var olduğum yerin hakkını vermeye cehd ettim, acıyı bal eyledim diyebilmek, cahilliğimizden, zalimliğimizden sıyrılmaya çalışmak demek.

“De ki: Eğer duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi hiç?” (Furkan, 77)


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.