Biz hep kendi kendilerimizle oluşturduğumuz ortam ve muhabbetlerin kurbanı olmayalım sonra?

Meyve veren ağaç taşlanır. İslâm hâricindeki hiçbir ‘din’ ve Müslümanlar hâricindeki hiçbir millet, yüzyıllar, hatta binyıllar boyu sistemli, topyekün, bütün hâline gelmiş düşman topluluğu tarafından saldırıya uğramadı.

15 asır önce, Son Peygamber de icraatına başlayıp, yeryüzü, artık kıyamete kadar mü’mini eksik olmayacak şekilde, yeniden İslâm’la şereflenince, asırlardır işi gıcır gıcır yürüyen şeytan için aslında çok zorlu zamanlar başladı.

O, yıllar yılı, hızla yayılan îman iklimi karşısında, kimi zaman ayazda kaldı, dondu; kimi zaman da kavurucu sıcaklarda eridi. İnsanların gönüllerinin îman nûruyla serinlik bulmasının önünü alamaz oldu.

Ama hiç boş durmadı. Yorgunluk ne, dinlenmek ne, bilmedi. Hücresinin sığabileceği her delikten geçmeye çalıştı.

O, kendisine vazife bildiği davası uğruna, insanları doğrudan ve doğru yoldan saptırmaya gayret gösterdi.

Şimdiki zamanda, dünya nüfusuna göre, imansızlık batağındakilerin sayısı, Müslümanlıkla şereflenenlere göre ezici bir üstünlükte. Ancak, cahiliye dönemine vurulan büyük sekte açısından bakıldığında, bu ‘üstünlüğe’ şeytanın, İslâm’ın nûrunun tüm dünyayı kuşatmasının an meselesi olması endişesine binâen, seviniyor olamayacağı düşünülebilir.

Nefisle kurduğu şirketi, her geçen zaman diliminde kârla (!) günü tamamlayan İblis, idare ve kontrolü altına aldığı insanlar ile en kritik zamanlarda, hep, İslâm’a öldürücü darbeleri vurmanın peşinde oldu.

Mekke’ye hac yapmaya gelenlerin çadırlarına ziyaretlerde bulunarak insanları hak ve hakikate davet eden Hazret-i Peygamber’in arkasından öz amcasını koşturdu. En iddialıyı, en yakınıyla vurmayı düşündü.

Karşı cins, mal, evlat ve bir yığın dünyalık ile insanların, evliyanın hatta peygamberlerin aklını çelmeye çalıştı.

Ve çok zaman, insanoğlunun zıvanadan çıkacağı bütün yolların fikir babası olarak, akla hayâle gelmeyecek ve Yüce Yaratıcı’nın gazâbını celbedecek sapıklıkların mimarı ve mihmandârı oldu.

Günümüzde de Rabb’imize, Peygamberimize, dinimiz, kitabımız ve mânevî değerlerimize şeytanın direktörlüğünde açılmış savaş var gücüyle sürüyor.

Aynı zamanda, her bir Müslümanın da son nefesine kadar, inandığı değerleri savunmaya ve insanların biricik hakikate kavuşmasına vesile olmaya dair görevi de devam ediyor.

Özellikle günümüzde dozajı gitgide yükseltilen isyan, iftira, kötüleme, küfür ve her türlü melânete karşı ortaya konması gereken Müslüman tavrının daha güncel, daha diri tutulması gerekiyor.

Buna dair zihnimde tasavvuruna yeltendiğim bir tespitimi ete kemiğe bürümek adına burada paylaşmak istiyorum.

Şu üç şey üzerinde durulması hâlinde üzerimize düşeni yapmış olarak mesuliyetten berî olacağımız kanaatindeyim:

Üslup, tebliğ şuuru ve ortam cesareti.

Allah, ilahlık ilan eden Firavun’a karşı nasıl konuşması gerektiğini kendisine soran peygamberine, bu en ağır bulduğu günaha rağmen, yumuşak bir lisânı emretti.

Bir defa her bir Müslüman, karşısındakini incitmeden, iğnelemeden, onu tesir altına alabilecek bir ses tonu, uygun kelimeler ve isabetli kısa cümlelerle, söylediklerine itibar edilecek bir üsluba sahip olmalı. Ama bunun yanında, gerektiği yerde de en dokunaklı, net ve kesin İslâmî tavrını da ortaya koymaktan çekinmemeli.

Sonra, dinini hayatında azami yaşama gayretiyle, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara her bir an tebliğ etme şuurunda olmalı. Gerek kendi dindaşlarına gerekse gayrimüslimlere karşı, uygun ortamlar oluşturarak doğruları ifade etme gayretinde bulunmalı.

Ve yine, çoğumuzun üzerinde olması gerekip de olmayan, ortam cesareti...

Şöyle bir yoklasak kendimizi; alkolik, ateist, sapık fikirli, sıkıntıları uç noktalarda yaşayan bir arkadaşımız veya yakınlık kurabileceğimiz bir arkadaş grubu… Neden olmasın?

Biz hep kendi kendilerimizle oluşturduğumuz ortam ve muhabbetlerin kurbanı olmayalım sonra?

Unutmayalım ki, şurada, bir çadırda daha, söyleyeceklerimizle hidayete erişme ihtimali olan kişiler var.. Ve Ebû Leheb, arkamızda...


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.