Kilisenin duvarlarına nakşedilmiş tarih; keşişler geçiyor sıra sıra, yazgısını bilmeden denize atlıyor Yunus. İşte balık! Bir peygamberi yutan dev balık.

Ağaçlar terör korkusuyla kesilince çıplak kalmış dağlar ve henüz erimeyen karlar sıkıştıkça cam fanuslara benzemiş sivri uçlu tepeleri. Güneş ışıkları yansıdıkça üstünde yıldızların koşturduğu buzdan bir çöl uzanıyor karşı kıyıda ve ben, Nevruz’u kutlamaya gelen İranlılar, birbirinden başkasını görmeyen yeni evli bir çift, adanın kıymetini bilen Ermeniler, kalem ve defterim Vanlıların deniz dediği sakin gölde motorun paslanmış parmaklıklarına dayanmış Tamara’yı düşünerek adaya varmayı bekliyorum.

O fırtınalı gecede güzel kızının kapısını kilitleyip sağa sola koşturan papazın elindeydi fener. Türk genci sevdiğine kavuşmak için kulaçlarını daha hızlı daha kuvvetli atarken ışığın yeri sürekli değişiyor, siyah başı suyun üstünde uzun süre görünmez oluyordu. Delikanlının son sözleri kilisenin kızıl taşlarında yankılanırken o da atlamıştı soğuk sulara. Kabirleri göl, mezar taşları bu ada olduğundan beri kimse unutmadı, unutamadı o çığlığı “Ah Tamara!”

Bademler tomurcuklanmış, açmak için güneşi bekliyor. Biliyorum pembe pembe açtıklarında bu ada gelinliğiyle salınan genç bir kız kadar göz kamaştırıcı ve masum görünecek. Kilisenin duvarlarına nakşedilmiş tarih; keşişler geçiyor sıra sıra, yazgısını bilmeden denize atlıyor Yunus. İşte balık! Bir peygamberi yutan dev balık. Tarladan toplanan mahsul köylülerin omzunda. Tanıdığım, tanımadığım pek çok hayvan figürünün arasından Anadolu parsı gözüküyor. Gelen misafirlerden rahatsız olan kuşlar havalandığında bir tüy düşüyor avuçlarıma, beyaz.

Ne kahvenin plastik sandalyelerine ne de tahta banklara oturmadan sahile inip son ziyaretçiyi çağıran kornayı duyana kadar oturuyorum kayalıklarda. Martılar bile bu gölü deniz zannedip yuva bellemiş adayı. Ne kadar bakarsam bakayım Tamara’nın buğulu yüzü de inci kefalinin pulları da belirmiyor gölde, su kocaman bir canavarı karnında saklarcasına karanlık ve sakin. Belki de imkansızı başaran kefaller dağlardan göle doğru çağlayarak akan ırmaklardan yukarılara, suyun tersine sıçrayarak uçup yumurtalarını güvenli sulara bırakmak için göç ettiler.

Van beklediğimin tersine cıvıl cıvıl, sokaklar hareketli, insanlar kahvelerde, parklarda, ama kalenin eteklerinde Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Hüsrev Paşa Camii terkedilip unutulmuş. Sadece bir çoban var kuzularını otlatan. Şadırvanın duvarında soluk bir havlu, ezan sesine hasret kalmış şerefesi.

Güneş batmadan hemen önce, gök kızıla boyandığında iskelede yürüdüm. Yanımdan geçen tren yavaşlasa da durmadı. Yolcular kahvelerini yudumlayıp dışarıyı seyrederken feribota ilk önce lokomotif girip sarsıla sarsıla çekti vagonları. Gölden Van Gölü Canavarı başını uzatsa bu kadar şaşırmam, bakakaldım trenin yüzmesine.

Muradiye Şelalesi’ni görmeden çok önce duydum sesini. Su köpük köpük ayrılıp yelpaze gibi açıldığında ne kadar hiddetli ve kızgındı. Ben sakin bilirdim onu; parmaklarımın arasında, balığın pullarında, toprağa taşa sırtını dayayıp akarken...


Hande Berra'ın Yazısı.