Ömer Öztürk

Aldo Nicalaj’ın, vaktiyle bizim sahnelerimizde de oynanmış bir oyununun adı idi: YAZ BİTTİ.

İşte bir yaz daha gitti gidiyor. Gerçekte giden mevsimler mi yoksa biz miyiz?

Biziz elbette. Zira bin yaz gider bin yaz gelir. Bizimse bir daha gelen yazları görüp göremeyeceğimiz şüphelidir.

Yaz Geçmişim

Geçmiş yazlarını acı-tatlı hatıralarıyla yaz deseler, acaba sayfalar yetirebilir miyim? Hani o anlar, ya o anları seninle paylaşan nice âdem oğlu, âdem kızı hani şimdi neredeler diye sorsalar, bir cevap verebilir miyim? Veremem; o vakit beni kim anlar, akıl erdiremem.

Deniz ve Ben Sanki İkiziz

Deniz diye bir şeyin ilk ne zaman farkına vardım? Galiba 1984 senesiydi: 9. yaşımı sürdüğüm sene. Dedem ve benden üç yaş küçük amcaoğlumla gittiğimiz Caddebostan Plajı’nın o sıcakta bile bana soğuk gelen sularına girdiğim ama korkudan nasıl kaçacağımı şaşırdığım gündü.

O gün korkmuştum ama sonradan denizle adeta kardeş olacağımı nasıl bilebilirdim. Meğer deniz benim ikiz kardeşim gibiymiş. Onsuz yapamazmışım, onsuz bir yanım eksik kalırmış.

Deniz Hep Kirliydi

Çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdiğim seksenli yıllarda günlük gazetelerden eksik olmayan bir haber vardı: kolibasili. Gün geçmezdi ki, İstanbul gazetelerinde “İstanbul sahillerinde kolibasili oranı yükseldi” başlıklı bir haber çıkmasın. Koli basili nedir diye merak eden genç arkadaşlara tarif edecek olursak, kolibasili kabaca lağım demek. Eh, gerisini anlarsınız artık. Fakat biz çocuklar buna aldırmazdık ki. Şahsen şehrin hemen hemen her kıyısından denize girdiğimi hatırlarım. Ama en çok da Küçüksu Plajı’na giderdik. Burada hem yüzer hem de diğer yüzücülerin tramplenden parendeler, taklalar atarak atlamalarını zevkle seyrederdik. Bugün hayal gibi geliyor.

Havuz Sefası

Yine bir yaz mevsimiydi. Dedem beni ve amcaoğlumu Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki Burhan Felek Spor Tesisleri içindeki yüzme havuzuna kaydetmeye karar verdi. Hem çivileme, kurbağalama, balıklama v.b. yüzme türlerini öğrenecek hem de hoşça vakit geçirecektik. Neyse yüzme malzememiz satın alındı ve elemeye katıldık. Bana soğuk gelen ve ısınamadığım bir yüzme eğitmeni hanımın refakatinde havuza girdim. Girmemle korku, dehşet, şaşkınlık arasında suda çırpınmaya başlamam da bir oldu. Ve olanlar oldu, kadın tarafından elendim. Gerekçe: Korkuyormuşum ve bu şartlarda havuza yazılamazmışım. O an kadına çok içerledim. Nasıl bu kadar acımasız olabilirdi, bana bir fırsat daha veremez miydi?

Sonradan bu bana dert oldu ve büyük bir yüzücü oldum (teşbihte hata olmazmış). Bugün hangi tatil yöresine gitsem, çoğu insan kalabalıktan hamam suyuna dönmüş kıyılarda cıbı cıbı yapmakla iktifa ederken, ben açıklara doğru yol alır, buz gibi sularda yüzüp serinlemenin tadını çıkarırım.

Suadiyeli Kurtköylü Sayfiyeler

Daha dün denebilecek bir devr-i zamandı; İstanbul’un Suadiye, Kurtköy, Pendik gibi kıyı semtlerine sayfiye (yazlık) tatiline gidildiğini bugün gibi hatırlarım. Bugün ise oralar da artık İstanbul cehenneminin bir parçası haline geldiler. Bugün yaz gelince, İstanbul’dan kaçmaktan başka bir çare kalmadı. Kırk derece sıcak, seksen derece nem. Havanın elektriği arttıkça artarken, gel sen sinirlerine hakim ol. Mümkün mü?

Ve hele bu nemde İstanbul’da bir yerden bir yere gitmeyi dene; reçel kıvamına gelmiş trafik (İngilizler trafik sıkışıklığını ‘jam’ yâni reçel kelimesiyle ifade ederler), tıklım tıklım, değil engelli biz engelsiz vatandaşların bile ayakta durmakta güçlük çektiği toplu taşıma araçları, işgal edilmiş yaya kaldırımları, yapış yapış sıcakta sinek gibi yapışan satıcılar, insan üstüne insan, hadi bir dene, bakalım ne hale geliyorsun. Dikkat et, seni pestil sanır da kuruyemişçi raflarına istiflemeye kalkarlar.

Burası dünyanın en güzel şehri. Düne kadar böyle yazardı kitaplar. Şimdi gel de buna inan.

Tabiî Klima

Otuz yıl önceki günler: Klimasız günlerdi. Esasen klimanın bilinmediği, aranmadığı günlerdi. Günlerimiz tıpkı bugünkü gibi sıcak çok sıcak geçerdi. Biri birinin peşi sıra.

Çok daha eski yıllarda, benim neslimin göremediği devirlerde, o güzelim ahşap evler, konaklar tabii ve kendiliğinden klima (iklim değiştirme, sıcaktan soğuğa dönüştürme) vazifesi görürlermiş. Ferah ve havadarlarmış..tıpkı insanların kalp ve gönülleri gibi..bir huzur iklimi ki, gönülden gönüle serinlik yayarmış.

Şimdi ne zaman terlesek, can havliyle klimanın düğmesine dokunuveriyoruz. Aslında hoşumuza da gidiyor. Bugünün insanı rahata, lükse öyle alıştı ki, artık onu bu saatten sonra bu yoldan alıkoymak imkânsız gibi bir şey.

Deniz mi Lağım mı?

Boş, verimsiz, hiçbir şeye hizmet etmeyen gündemlerle vakit kaybetmekten kurtulamadık gitti.

Neymiş? 12 yıldır Kurbağalıdere temizlenmemiş, kokudan herkesin burnunun direği kırılmış. Her yaz İstanbul’un değişmez çilelerinden biridir bu. Lağım ve daha bir sürü çöpün boca edildiği İstanbul tuzlu suları yazın aşırı sıcakta kokuşuyor ve bu koku hemen hemen her sahil kesimine yayılmak suretiyle vatandaşı müthiş rahatsız ediyor. Hem her bulduğumuzu denize atıp bu da yetmeyip idrar ve def-i hacetimizi denize yollayalım hem de şikâyet edelim.

Bir kere Kurbağalıdere 12 yıldır değil, otuz yıldır temizlenemedi. Özal döneminin Belediye Başkanı Bederettin Dalan, Haliç’i gözleri gibi masmavi yaparken, Kurbağalıdere’yi unuttu. Çocukluğumda Kurbağalıdere kıyılarında meşhur Salı Pazarı kurulurdu, biz de burada tezgâh açardık. Her yaz aşırı sıcak ve nemin etkisiyle Kurbağalıdere’yi feci bir lağım kokusu kaplar ve hem biz pazarcılar hem de müşterilere hayatı zindan ederdi.

Halbu ki, orası zamanında ne güzelmiş. Adı üstünde Kurbağalıdere. Kurbağalar yüzermiş. Kuşdili (biberiye demektir) Çayırı unutulur mu? Ömer Seyfettin’in kabrinin bulunduğu Mahmutbaba Mezarlığı bile bu çayırda bulunuyormuş. Sonradan mezarlık kaldırılmış.

Her şey bizde bitiyor. Yapacak olan da biziz yıkacak olan da. Heyhat, insan yapmaktan çok yıkmaya müpteladır.


GENÇ'ın Yazısı.