Haziran 2010 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Birdenbire karşıma çıkan “Pembe demir kapı, kendini ne kadar şirin gösterse de nafile” ifadeni özellikle beğendim. Sema kardeşimiz gibi, senin de konu seçimin çok başarılı. Sıradan gibi görünen bir konudan, çokça haber konusu yapılan bir meseleden başarılı, özgün bir yazı çıkarmışsın. Kalplerimize de dokunan bir sosyal meseleyi içerdiği için, yazını ‘Ayın Yazısı’ olarak seçtim. Yeni ve özgün çalışmalarını bekliyorum.

Kübra Araz

Hiç daha önceden yolu uğramamıştı böyle yerlere. Haklarında bildiği, TV’den, filmlerden, kitaplardan öğrendiklerinden ibaret idi sadece. Servisten indiğinde, onun da bakışında diğerleri gibi bir acemilik hissediliyordu. Pembe demir kapı kendisini ne kadar şirin gösterse de, nafile. Yalnızlığın burukluğu, kapıda buyur etmişti onları. Kendisini ne kadar yabancı da hissetse oralara, böyle bir karşılamayı hepsi gibi o da tahmin etmişti.

İç kapı girişinde, zoraki tebessüm ettiği her halinden belli olan bir vazifeli elindeki galoşları dağıtabilme gayretindeydi. Denize muntazır küçük bir balkon girişinde galoş savaşı verildikten sonra, nihayet içeri girebilmişlerdi.

İçeride, ellerinde oyuncak bir bebekle oynayan Pamuk’la ve televizyon izleyen Yaşar’la merhabalaştılar önce. Arkadaşları ne haldeydi bilinmez, ama o, koltuğunda battaniyesine sarınmış uyuyan güzelleri rahatsız etmeksizin, iç sesiyle mücadeleye çoktan başlamıştı. Çevresindeki vazifelilere, izlediği, böyle bir ortamı anlatan bir filmin etkisiyle olsa gerek, öfkeyle bakıyordu. Yüzlerindeki tebessüme taş çatlatırcasına, gözlerinden âdeta samimiyetsizlik akıyordu ona göre.

Silkindi. Bir gülen göz bulmak ümidiyle bakınmaya başladı ve bir cevap sadedinde hayat fışkıran bir çift gözle karşılaşınca birazcık olsun rahatladı.

Duvarlara asılı oyuncak bebekler, renkli, cıvıl cıvıl eşyalar, onlar hayatta olduklarını unutmasınlar diye konulmuştu anlaşılan.

Bir süre bu katın sakinleriyle konuştuktan sonra, bir üst kata çıktılar. Buradaki manzara da farksızdı. Hemşire içlerinden sadece birkaç kişiyi müstakil bir odaya davet etti. Yatağında uzanmış, yaşça diğerlerinden daha küçük olduğu anlaşılan oda sakini, gelenleri görünce tebessüm kondurmaya çalışmıştı yüzüne. Başarılı olduğu söylenemezdi. Halinden, yerini yadsıdığı hissediliyordu. Belli ki, buraya yeni gelmişti.

Az bir zaman sonra odadan çıktılar ve holde oturanlarla tanıştılar. Birinin adı Zeynep’ti, biri Fahriye, bir diğeri… Hasbıhal etmeye başladılar. Konuştular, konuştular. Konuştukça daldı. Konuştukça kapandı. Konuştukça acizliğini anladı. Sonunu düşünmeye başladı.

Tahmin edileceği üzere, bir huzurevi ziyaretiydi bu. İnsanın sonunun başına ne kadar benzediğini anlaşılması için, bundan daha güzel ibret olamazdı. Girişte bebekle oynayan Pamuk Nine, çıktığı yolculuğun başında ne halde ise, şimdi de o haldeydi. Yaşar Amca da öyle. Birkaçı ismini bilemeyecek kadar soyutlanmış, birkaçı elinde tuttuğu bebekle hemhal olacak kadar çocuklaşmış, birkaçı ise gelişimizi fark edip dünyanın varlığını hatırlamıştı.

Dinimizin yaşlılara saygı konusunda niye bu kadar ihtimam gösterdiğini, aynelyakîn anlamıştım. Bir Fahriye Nine’nin yerinde, bir Pamuk Nine’nin yerinde yarın ben de olabilirdim. Bugün ziyaret ederken, yarın ziyaret edilen olabilirdim. Bunu bugünden fark edip dua kapılarını aşındırabilmem, ibadetimi arttırabilmem. Ve, acziyetimi hiç unutmadan, âlemler Rabbinin kalplerimize koyduğu merhamet duygusunu her dem tazeleyebilmem...


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.