İbn Teymiye der ki: “Ne zaman bir meselede tıkanıp kalırsam veya bir konuda zorluklarla karşılaşırsam, o zaman ben bin kere veya ondan biraz daha fazla yahut biraz daha az istiğfâr okur Allah’tan yardım niyaz ederim. Nihayet içim açılır, zihnim durulur, zorluklar çözülür gider.”

Söze Rabbimizin buyruğu ile başlayalım:

“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa da, ondan sonra size kim yardım edebilecektir? Öyleyse Mü’minler, yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmrân 3/160)

İnsan bilgisi ve gücü sınırlı bir varlıktır. Her şeyi bilemez ve her şeye güç yetiremez. Hedeflerini ve ihtiyaçlarını gerçekleştirebilmek için daima yeni yeni bilgi, imkân ve iktidara ihtiyaç hisseder. Bu yönüyle o daima muhtaçtır. Rabbimiz bu hakikate şöyle dikkat çeker:

“Ey insanlar hepiniz Allah’a muhtaçsınız.” (Fâtır Suresi, 15)

Bu ihtiyacını fânilerin kapısına ve lütfuna bağlayan kimseler, çoğu zaman hayal kırıklığı yaşamaya mahkûmdurlar. Hatta zaman zaman şirk vadilerine düştükleri de olur ki, bu daha büyük bir musibettir. Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbına öğrettiği “istihâre duası”nda Rabbimizin ilmine ve kudretine olan ihtiyacımız çok veciz bir şekilde ifade edilir.

Cabir –radıyallâhu anh- anlatıyor:

Resûlullah –sallallâhu aleyhi ve sellem- tıpkı bir Kur’an sûresini öğretir gibi, bize her iş için “istihâre” yapmayı tâlim ederdi. Şöyle buyururdu:

Herhangi biriniz bir iş yapmak istediğinde, farz namazlardan ayrı olarak iki rekât namaz kılsın, sonra da şöyle desin:

“Allah’ım Sen her şeyi bildiğin için, hakkımda hayırlı olanı bana da bildirmeni, Sen’in gücün her şeye yettiği için, beni başarılı kılmanı ve hayırlı olanı nasip etmeni, Sen’in o büyük kereminden niyaz ederim. Çünkü Sen’in gücün her şeye yeter, benimki yetmez; Sen her şeyi bilirsin, ben bilemem. Şüphesiz Sen idrak ve duyular ötesinde olan her şeyi (gaybi) yegâne bilensin.

Allahım! Eğer bu işin benim dinim, dünyam ve âhiretim için hayırlı olduğunu biliyorsan (şimdi veya daha sonrası için hayırlı olacaksa) onu yapmayı nasip et, kolaylık ver ve onu bana mübârek kıl. Şayet bu işin benim dinim, dünyam ve âhiretim için kötü olduğunu biliyorsan (şimdi veya daha sonrası için kötü olacaksa) onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise onu bana nasip et, sonra da gönlümü bu sonuca razı kıl!” (Buhârî, Deavât 48.)

Tarih boyunca insanların Allah’tan başka ilahlar edinmesinde, ihtiyaçlarını temin etme, korkulardan emin olma ve ümit ettiklerine erişme adına birtakım batıl inanç, zan ve hayalleri etkili olmuştur. Tevhidi koruma ve şirkten korunma noktasında “yardım mercii”nin doğru tespit edilmesi son derece önemlidir. Bu itibarla Kur’an ve sünnette bu ince çizgi sürekli vurgulanmış ve yardım edecek olanın ancak Allah olduğu hakikati sürekli hatırlatılmıştır.

Allah’tan başkalarının O’nun izni olmadan hiçbir yardım ya da zarar veremeyecekleri gerçeği, en etkili bir üslupla mümin yüreklere bir tevhid aşısı olarak vurulmuştur.

Tek tek kişilerin ya da cemaat, millet ve devlet gibi büyük organizasyonların, bu ilâhî sırra uygun bir hayat tarzı ve strateji ile hareket etmeleri, kendi gelecekleri adına son derece önemli görülmüştür. Özellikle imanlı yüreklerin bu hassasiyetten uzaklaşmaları –ilâhî rahmet gereği- âcil cezalandırma (şefkat tokadı) ile karşılık bulagelmiştir. İnkârcılara uygulanan sünnetullah (Allah’ın kanunu) ile müminlere uygulanan sünnetullah zaman zaman farklılık arzedebilmektedir. Zira inkâr, masiyet ve edepsizliklerde kâfirlere mühlet tanınırken, yanlıştan hemen dönmelerine vesile olsun diye müminlere cezalandırma acilen gerçekleşebilmektedir. Mümin bir kişinin Allah’a değil de kendine, imkânına, iktidarına güvenmesi, Allah’a karşı bir edep noksanlığı ve gafletin bir neticesi olduğu gibi, müminler topluluğunun da kendi çokluklarına, güçlerine ve daha başka fani imkânlarına güvenip dayanması, aynı şekilde büyük bir akide (inanç) zaafıdır. Böyle bir gaflete dayalı hâllerin cezasız kalması ise elbette düşünülemeyecektir. Tam bir tevbe ve istiğfara yönelinebilirse affolunacağı umulabilir.

Peygamberlerin ve sâlih müminlerin hayatında ilâhî yardıma yöneliş tablolarının sayısız örnekleri vardır. Misal olması bakımından birkaç tabloya yer verelim:

“Kosova fâtihi I. Murâd Hüdâvendigâr, 8 Ağustos 1389’da Kosova Ovası’na girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Bu durumda âdetâ göz gözü görmüyordu. İşte o gece Berât Gecesi idi. Murâd Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duâyı yaptı:

“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günahları yüzünden çıktıysa, mâsûm askerlerimi cezâlandırma!

Allâhım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler!

İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine sana ilticâ ediyorum; duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim!

Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim..

Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri, küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun yolunda kurbân olsun!

Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki tek Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle! Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek ki, bu mü’minlerin uğruna benim rûhum fedâ olsun. Beni gâzî kıldın. Sonunda da lutfen ve keremen şehîd eyle!

Âmîn!”

Bu âbidâne münâcaattan sonra Sultan, fevkalâde bir huzur içinde Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine başladı. Çok geçmeden rahmet bulutları peydâh oldu. Kosova Meydanı üzerine sağnak hâlinde yağmur boşandı. Rüzgâr durdu. Toz bitti..

Rüzgârın kesilmesi ve yağmurun toz bulutlarını sindirmesi üzerine bütün Osmanlı ordusunda büyük sevinç ve memnunluk yaşandı. Murâd Han, secde-i şükrâna kapandı. O gün sevinç gözyaşları, yağmur damlalarıyla kardeş oldu. Bu içli yakarışın zaferle neticelenmesinden sonra, şehâdet niyazı da kabul olmuş ve Sultan Murad Hüdâvendigâr ebedî diriliğe kanat açmıştır.”1

Dua ile Rabbin yardımını niyaz etmek, her mü’minin şiârı olmalıdır. Zira ilâhî yardım bir kula erişecek olursa, onun için nice nice fütühatlar nasip olur. İbn Teymiye der ki:

“Ne zaman bir meselede tıkanıp kalırsam veya bir konuda zorluklarla karşılaşırsam, o zaman ben bin kere veya ondan biraz daha fazla yahut biraz daha az istiğfâr okur Allah’tan yardım niyaz ederim. Nihayet içim açılır, zihnim durulur, zorluklar çözülür gider.”2

İlâhi yardımı niyaz etmek, hem sebeplere sarılmak, hem de duaya yönelmekle olur. Kur’an-ı Kerim’de namazla (dua ile) ve sabırla ilahi yardıma yönelinmesi gerektiğine işaret edilir. Yine Hakk’ın yardımının, Allah’ın dini uğrunda gösterilecek sayü gayretler neticesinde lutfedileceği bildirilir. Hülâsa Allah, dostlarının yardımcısıdır. Öyleyse Hak’la dostluğu bozacak, ilahi yardımın kesilmesine sebep olacak hâl ve tavırlardan uzak kalmak suretiyle Hakk’ın yardımına mazhar olmaya çalışmak gerekecektir. Fert olsun, toplum olsun, ilâhi rahmetten ve yardımdan mahrum kalacak olursa, onları bekleyen acı son, elbette felâket olacaktır.


Dipnot:

1- Osman Nuri Topbaş, Âbide Şahsiyet ve Müesseseleriyle Osmanlı, s. 45-46.

2- Ebu’l-Hasen en-Nedevî, İslâm Önderleri Tarihi, II, 207.


Adem Ergül 'ın Yazısı.