Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın Tanzanya’daki partner kuruluşu olan Rehema Vakfı’nın sorumlusu Muhammed Aşır Karabacak ile Tanzanya’yı konuştuk. Gönüllerimize bir dert daha ekleyen Karabacak 5 yıldır Tanzanya’da gönüllü hizmetlerin koordinesini yürütüyor.

Tanzanya’da hizmetlere nasıl başladınız?

Tanzanya’ya gelmeden önce yaptığım araştırmalarda burada hizmet veren çeşitli sivil toplum kuruluşları ve vakıflar hakkında bilgi edinmiştim. Geldikten sonra mihmandarım Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu Faraci Hassan ve Türkiye’de okumuş diğer birtakım öğrencilerle birlikte listelediğim bütün vakıflarla görüşmeye gayret ettim.

İnternetten yaptığım araştırmalarda karşıma çıkan bilgilerin kimisinin doğru kimisinin eksik kimisinin de fazlaca öznel olduğunu gördüm. Bütün bu görüşmeleri, neticelerini, muhtemel yol haritalarını sürekli olarak sorumlular ile irtibatlı ve istişareli olarak götürdük. Adım adım döşenen taşlarla birlikte Tanzanya’daki yerel dil olan Swahili’cede “merhamet” anlamına gelen “Rehema” adını verdiğimiz vakfı 2010 Eylül ayında kurduk.

Kuruluşun akabinde öncelikle insani yardımlara ehemmiyet verdik. Bu arada bölgeyi daha iyi tanımak ve eğitim olarak ne tür atılımlar yapılabilir konusunda da araştırmalarımız devam etti.

Tanzanya’da 4 aile hizmet vermektesiniz. Ailelerin tüm fertleri vakıf hizmetlerinde görev alıyordur muhakkak. Eşlerinizin durumu nasıl?

Eşler elbette bu hizmetlerin mihenk taşıdır. Bunu derken abartı yapmıyorum. Gerçekten dengeleyici bir durumları vardır. Çünkü evin beyi ne kadar başarılı olursa olsun eğer evin hanımı mutlu değilse o ailenin hizmette devam edebilmesi mümkün değildir; çok uzak olmayan bir vakitte tek yön bilet kaçınılmaz olur.

Buna binaen burada ailelerin hanım üyelerini de hizmetin içerisinde tutmaya gayret gösterdik ve onların da tabiri caizse çorbada tuzlarının olmasına gayret ettik. Çünkü hizmet zevkini almadıktan sonra aileyi, aile ifadesini birinci anlamıyla kullanıyorum; memleketinden binlerce kilometre öteye götürüp orada tutacak hiçbir güç bulamazsınız.

Sizi derinden etkileyen olaylar muhakkak olmuştur. Bizimle de paylaşır mısınız?

Size iki hatıramı anlatayım: Birincisi, 2011 yılında okul için arsa bakıyoruz. Bagamoyo diye bir şehir var, oraya gittik. Yol üzerindeki bütün köyleri, kasabaları isim isim öğrendik o süreçte.

Bagamoyo’da bir vakfın yetkilileri ile konuşurken, iki fare birbiri ardınca ayaklarımız arasından koştura koştura geçti. Ardından duvardaki kablolardan tırmanarak çatıdaki bir delikte gözden kayboldu. Ben ve yanımdaki arkadaş bu ani hareketlilikten şaşkınlıkla ayaklarımızı yerden kaldırdık. Fakat yerel yetkili arkadaşlarda hiçbir olağanüstü hadise olmamış gibi rahatlık vardı. Hatta onlara göre olağanüstü olan bizim ani sıçramamız ve farelerin arkasından bakakalmamız.

Sonra vakıf başkanı olan kişi, Elhamdülillah, dedi. Odanın içi fare kazanı gibi gelen geçiyor, adam Elhamdülillah diyor, hamd ediyor. Sonra neden hamd ettiğini açıkladı:

“Hazret-i Ömer devrinde bir kadın halifenin yanına gelmiş ve demiş ki:

Ey Halife, kilerimde fare tıkırtısı yok.

Halife Ömer hemen anlamış kadının kilerinin boş olduğunu ve farelerin bile tenezzül edip kilerine uğramadığını ve kadının evine erzak göndermiş.

Sonrasında dedi ki, Elhamdülillah diyorum çünkü demek ki bizim kilerimizde bir şeyler var ki fareler geziyor, ya farelerin bile gezmeyeceği kadar boş olsaydı ne olurdu?”

Diğer hatıram ise talebelerimizden birisi ile ilgili.

Bir gün eğitim müdürümüz Mustafa Bey geldi, bir şey anlatacağım dedi.

Talebelerden birisine tercüme ettirdiğimiz kitaplarımızdan bir kitabı vermiş okusun diye. Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi’nin Muhabbetteki Sır kitabı. Kitabın içine de 10 bin Tanzanya Şilini, yaklaşık 13 TL’ye tekabül eden miktarda para koymuş. Okumayı teşvik ve talebelerimizin onurları incinmesin diye ara ara yaptığımız davranışlardan.

Talebemiz kitabı 3 günde bitirip geri iade etmiş. Fakat içindeki para ile birlikte. Bu karşılaşmadığımız bir durumdu işte.

Mustafa Bey, sebebini sorunca da kız talebemiz büyük bir vakar ve isar duygusu ile:

“Benim bu paraya ihtiyacım yok. Elhamdülillah günde üç öğün yemeğimi veriyorsunuz, okulda okuduğum için para almıyorsunuz, yurtta kaldığım için para almıyorsunuz. Ben bu parayı alamam. Daha ihtiyaçlı birisine verin” demiş.

Dikkat edin bunları söyleyen kızcağız, parası olmadığı için tıp fakültesinde okuma imkânını kaçıran, Darüsselam’a uzaklığı yaklaşık 2 bin kilometre olan Mwanza şehrinden gelen ve Darüsselam’a ulaştıktan sonra tren istasyonundan okulumuza kadar olan 30 kilometrelik mesafeyi parası yetmeyecek diye yürüyerek aşan bir kız talebe. Anne babası yok. Amcası cebine yaklaşık Türk parası ile 70 lira para koymuş ve iki günlük tren yolculuğunun akabinde okula imtihana gelmiş. Cebinde kalan son parayı da imtihanın neticesi açıklanana kadar geçen sürede kalmak için bir yetimhaneye vermiş. Sizden bir şey istemiyorum. Bana sadece yatacak yer gösterin yeter, diyerek.

Mustafa Bey, meraklanmış, kim var daha ihtiyaçlı, diye sorunca kızımız:

“Biz Mwanza’dan iki kız olarak yola çıktık. İki gün tren yolculuğu sonrasında buraya geldik. İmtihana girdik. Elhamdülillah ben kazandım fakat arkadaşım kazanamadı. Şimdi bir aydır daha önce kaldığımız yetimhanede kalıyor çünkü Mwanza’ya dönecek parası yok” demiş.

Tabii arkadaşımız hemen diğer kız talebeyi çağırttırıp eşi vasıtasıyla yol harçlığını da verdirip Mwanza’ya göndertmiş. Fakat kafasına da bir soru takılmış.

Acaba bu kızın durumundan neden haberdar değildin diye Allah bana sorar mı? İmkân yok, daha fazla talebe alamıyorsun. Yüzlerce başvuru var kimin nereden ne zorluklarla geldiğini araştırmak çok zor. Rabbim inşallah bu ve benzeri durumlardan bizleri sorumlu tutmaz.

Elhamdülillah o kız talebemiz bu yıl okulunu bitirdi ve inşallah yılbaşında da bakanlık öğretmen olarak tayinini yapacak. Bir filiz idi, vakfımızın Safina Öğretmen Okulu’nda boy verdi. Şimdi kendi gibi boy verecek fidanları yetiştirecek, büyütecek.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Şükran, nimeti artırır derler. Rabbimize bizleri bu hizmet nimetinin içinde tuttuğu için şükrediyoruz. Ayırmasın inşallah.

Bununla birlikte Uluslararası Genç Derneği (UGED) ekibine, sizin buraya gelmenize aracı olan kurum ve kuruluşlara ayrı ayrı teşekkür ediyorum. İnşallah her sene sizin gibi arkadaşları burada veya başka yerlerde ağırlamaktan yılmayız, yılmayacağız.

Her gelen ekibe söylediğim bir şey var. İzninizle onu size de söylemek isterim. Malumunuz insan ömrü Türkiye’de ortalama 70-80 yaş civarı. Çocukluk ve eğitim yıllarını bir de ihtiyarlayıp zorlanılan zamanları çıktığınızda neredeyse geriye 40 yıl kalır. Nasıl zenginler için kırkta bir zekât varsa sizler için de ömrünüzün kırkta birinin zekâtını vermeniz ki bu asgari miktardır. Mezun olduktan sonra iş hayatına, aş hayatına, eş hayatına atılmadan bu hizmetlerde bir yıl vaktinizi değerlendirmeniz gerekiyor.

Bir de yukarıda Bagamoyo şehrinden bahsettim. Yerel dilde Bagamoyo, “kalbimi bu topraklara bırakıp gidiyorum” mânâsına gelir. Avrupalılar, Afrikalı köleleri bu şehrin limanından gemilere bindirip götürmüşler. Elleri, ayakları, boyunları zincirli köleler yapacak bir şeyleri kalmayınca yaşlı gözlerle gemiden bakıp sadece birkaç kelime ile hissiyatlarını ifade etmişler. O birkaç kelime de birleşip bir terkip haline gelip şehrin adı olmuş. Sizler de buradan giderken yürekten “Bagamoyo” deyin. Artık siz, bilenler kısmındansınız. İlme’l Yakîn mertebesini geçip ayne’l yakîn durumundasınız. Sizin sorumluluğunuz arttı. Hakka’l yakîne ermek de buraları yüreğinizde yaşayıp halinizle unutmadığınızda varacağınız nokta olacak.

Son sözü biraz uzattık fakat bu hizmetlerde emeği geçen ve dâr-ı bekâya uğurladığımız Fahreddin Tivnikli ağabeyimize de Allah’tan rahmet diliyorum. İnşallah onun da katkıları ile gelişen bu hizmet ilelebet devam edecektir ve hem ona hem de bizlere bir sadaka-i cariye olacaktır temennisinde, duasındayız. Biz Uhud’u terk etmemeye ahdettik. Allah ahdinde sabit duranlardan eylesin.


GENÇ'ın Yazısı.