Osmanlı’nın kanıyla sulanan bu topraklarda mavi beyaz haçlının mührü dalgalanıyor. Rüzgar küsmüş, minareler kırık. Bir mürekkep izine kurban gitti bu adalar.

Sesimi rüzgar, bedenimi deniz taşısın, toprağın kokusunu hava. Uzansam yakalayacağım zeytin dallarından, beyaz, pembe zakkumları koparıp kulağımın arkasına iliştireceğim. Dökülen çam yaprakları ayaklarımın altında verimli toprağa karışacak. Domatesin, börülcenin, kavunun lezzeti aynı. Osmanlı’nın kanıyla sulanan bu topraklarda mavi beyaz haçlının mührü dalgalanıyor. Rüzgar küsmüş, minareler kırık. Bir mürekkep izine kurban gitti bu adalar. O melun imzayı atana değil de onu seçenlere kırgınım.

Çalan müzik, konuşulan dil farklı olsa da bu ada bir nefes kadar yakın bana. Midilli’de küçük bir köyle karşılaşmayı beklerken karşıma bir şehir çıktı. Eski kaleye çıkıp sahilde dolaştım. Ara sokaklarda kaybolup leziz kokuları takip ettim; sakızlı kurabiye, bir tutam vanilya, acı kahve, ızgara balık.

Garsonlar, satıcılar Türkçe öğrenmiş her gün karşı kıyıdan gelen feribotu bekliyor. Artık biz onlardan daha zengin daha başarılı daha keyfine düşkün bir ülkeyiz. Avrupalı değiliz; olmamıza da gerek yok. Doğu’nun parlayan elması, Osmanlı’nın torunlarıyız.

Temmuz sonları olmasına rağmen ada sakin. Bir araba kiralayıp diğer kasabaları geziyorum. Kayalara kurulmuş bir kiliseyi, yol üzerinde yıkılmış bir camiyi, ılık kumsalları, dalgalı denizleri, terkedilmiş kaleleri ve kaybolmuş mezarları... Zeytin yağı şişeleri dizilmiş bir dükkanda, diğerinde tığ işi örtüler ve deniz kabukları... Türk Kahvesi Yunanlı olmuş, ananemin sarması, Urfalı komşumun baklavası, patlıcan musakka hepsi birden vatandaşlık değiştirmiş. Şekli şemali aynı olan Acıbadem Kurabiyesi bile Yunanlı ama lezzetleri anne kokusu gibi tanıdık. Kulaklarımı kapasam yuvamda hissederim kendimi, işte bu ada o kadar yakın ama bir o kadar da uzak bana.

Saat ikiyi geçtiğinde kepenkler kapanıyor. Gürültüler, bağırışlar yavaş yavaş sokakları terk ederken bütün şehir sıcak ve nemli bir uykuya dalıyor. Gecenin sessizliğinde rüyaların gezindiği huzurlu kaçışlara benzemeyen ağır ve yorucu kabuslar geziniyor uykularda. Köpekler bile sığındıkları gölgede huzursuz, taksi şoförü kolunu camdan sarkıtıp şapkasıyla yüzünü çoktan kapamış, parmaklarının arasına sıkıştırdığı yakılmamış sigara düştü düşecek. Dondurmacı dükkana girdiğimde ters ters bakıyor suratıma, o kadar yavaş dolduruyor ki külahı, cânım karamel vanilyanın üzerinden kayıp gidiyor. Oysa ben bir top da mavi dondurmadan istiyorum. Karamelle kahvenin, vanilyanın arkasına saklandığı, dilimi gök rengine boyayan sihirli toplardan.

Yolda giderken kaldırıma oturmuş, çantalarının üstüne yatmış, yorgun, sefil, yalnız bir grup insan gördüm; az ilerde birkaç delikanlı hortumdan akan su ile yıkanıyor, Suriyeli bir kadın elinde birkaç bez katlayıp torbaya yerleştirirken bir diğeri bebeğini beslemeye çalışıyordu. Gözleri, hayalleri, ümitleri ufkun gerisinde kalmış, bakışları boşalmıştı. Kim bilir adanın hangi ıssız köşesine bırakılan mülteciler vatanlarından uzak dilini, dinini, adetini bilmedikleri bu ülkede bir türlü doğamayan bebek kadar çaresiz kalakalmışlardı. Gümrüğe kadar yürümeleri gerekiyordu ve ben arabama bir tanesini bile alsam bu ülkenin yasalarını çiğnemiş oluyordum. İnsanlığın bu zulmünden utanıp fotoğraf çekmedim. Kim bilir kaç tanesi sevdiklerini mavi sulara bırakıp yavaş yavaş dibe süzülen cansız bedenlere susuz çatlamış dudaklarıyla bildiği duaları sıralamıştı. Bu insanlar için bir belge, bir kimlik, bir isim, özgürlüğe açılan bir kapıydı bu ada; Selanik’ten göçen anneannem için düşman, benim için ağladığım, güldüğüm, kaybolduğum bir girdaptı...


Hande Berra'ın Yazısı.