Çocukların Sevgilisi Ebu Ömer
Ebu Ömer yeni aldığı silahları arabanın arkasına attıktan sonra bir bakkala uğradı ve ceplerini çikolatalarla doldurdu. Bu durum gözümden kaçmamıştı. Kaldığımız eve dönmek için Ebu Ömer’in kullandığı arabaya tekrar bindik. Biraz ilerledikten sonra onu tanıyan sokaklardaki çocuklar “Ebu Ömer, Ebu Ömer!” diye bağırmaya başladılar. Ebu Ömer keyifli bir şekilde arabayı durdurdu. Arabanın etrafı kısa bir süre içinde Afgan çocuklarla doldu.
Komutan Ebu Ömer Afgan-Rus Savaşı’ndan beri dağları kendine mesken edinmiş, onlarca kez yaralanmasına rağmen bugüne kadar hayatta kalmıştı. Çok genç yaşta Afganistan’a gelen Ebu Ömer bir daha Türkiye’ye dönmemiş, savaşmak adeta onun mesleği haline gelmişti. Önce Ruslara karşı savaşan Ebu Ömer şimdi de Türkiyeli mücahidlerle birlikte ABD ve İngilizlerin başını çektiği NATO ittifakına karşı savaşıyordu. Ayrıca mavzeriyle de o denli bütünleşmişti ki uyurken bile silahını yanından ayırmıyordu. Ebu Ömer tip olarak bizim Karadenizlilere benziyordu. Türkiye’de sokakta rastlasanız bu adamın yıllardır cephelerde gezen bir savaşçı olduğuna asla inanmazdınız. En yakınındakiler bile Ebu Ömer’in Türkiye’nin hangi şehrinden olduğunu, gerçek ismini bilmiyordu. Fakat herkes ona büyük bir saygı gösteriyordu. Ebu Ömer’e etrafındakilerin niçin bu denli saygı gösterdiğini ise daha sonra çok daha iyi anlayacaktım.
Dağların kendine göre kuralları vardır
Komutan Ebu Ömer akşama doğru uyandı. Namazını kıldıktan sonra hepimize şöyle bir göz attı ve “içinizden gazeteci kim`” diye sordu. Bu soruya karşılık ayağa kalkarak Ebu Ömer’in yanına doğru yürüdüm. Türkiye’den yeni gelenlerle selamlaştıktan sonra Ebu Ömer bana “gel seninle dışarıya çıkalım” dedi. Anlaşılan benimle yalnız konuşmak istiyordu. Dışarıya çıkıp bir köşeye oturduk. Oturduğumuz yer uçsuz bucaksız dağları çok net görebileceğimiz bir yerdi. Ebu Ömer “Dağlardan hayat bir başka görünür” diye söze başladı. Bu söz bana yıllar önce Afganistan’da Ruslara karşı savaşırken şehit düşen Bilal Yaldızcı’yı hatırlatmıştı. O da dağlardan hayatın bambaşka görüldüğünü söylüyordu. Ebu Ömer’e “nasıl`” diye sordum. O da bu soruma karşılık anlatmaya başladı: “Dağlar insanın hayat algısını tamamen değiştirir. Dağlarda dolaştıkça şehirdeki hayat insanın gözünde basitleşir. Şehirdeki bütün koşturmalar, telaşlar zamanla tüm anlamını yitirir. Ayrıca dağların kendine göre kuralları da vardır. Bundan dolayı şehirliler dağdaki yaşamı değerlendirirken genelde yanlış değerlendirmelerde bulunurlar. Savaş alanı da böyledir. Savaşmayan kimse savaşı, cepheyi, dağları anlayamaz”.
Ebu Ömer’den aldığım ilk ders
Ebu Ömer konuşuyor ben de ilgiyle onu dinliyordum. Bana adeta dağları daha iyi anlamam için bir giriş dersi veriyordu. O da bana zaman zaman Türkiye ile ilgili sorular soruyor, özellikle Türkiye’deki siyasi gelişmeleri anlamaya çalışıyordu. Yaptığı yorumlardan Türkiye’yi yakından takip ettiğini fark ettim. Ayrıca Afganistan’a yıllardır ilk defa bir Türk gazeteci davet etmesine rağmen son derece rahattı. “Ne görürsen onu yaz. Senden propaganda yapmanı falan beklemiyoruz. Sadece gördüklerini yazmanı istiyoruz” dedi. Ben de zaten buralara kadar insanlara gerçeği anlatmaya, Afganistan’da neler olup bittiğini aktarmaya gelmiştim. Ebu Ömer’e buraya gelene kadar heyecanlı bir yolculuk yaptığımı söyleyerek yol güzergâhını yazmamın kendileri için bir sakıncası olup olmadığını sordum. O da “Tüm dünya zaten bu güzergâhı biliyor. Yazmanda herhangi bir sakınca yok” dedi. Kim olursa olsun hiç kimsenin benden dolayı zarar görmesini istemiyordum. Eğer bir kişi bana güvenip benimle görüşmeyi kabul ettiyse bu güveni asla boşa çıkarmamalıydım. Bu gazeteciliğe başladığım, savaş bölgelerine yolculuklar yaptığım ilk günden beri en çok dikkat ettiğim hususların başında geliyordu. Ebu Ömer’e de bundan dolayı yol güzergâhını yazıp yazamayacağımı sormuştum. Çünkü bir gün mutlaka bu sıra dışı yolculuğu yazmayı çok istiyordum.
Merhamet dolu bir kalp
O gece Ebu Ömer’le uzun uzun sohbet ettik. Diğer gün ise sabahleyin erkenden çarşıya indik. Çarşıda her taraf silah dükkânlarıyla doluydu. Ebu Ömer Türkiye’den gelen mücahid adayları için silah araştırıyordu. Silah konusunda uzman olduğu her halinden belliydi. Bunu dükkân sahiplerinin davranışlarından da hemen anlıyordunuz. Ebu Ömer’e beden dilleriyle adeta sen hangi silahın daha kaliteli olduğunu bizden daha iyi bilirsin diyorlardı. Ebu Ömer yeni aldığı silahları arabanın arkasına attıktan sonra bir bakkala uğradı ve ceplerini çikolatalarla doldurdu. Bu durum gözümden kaçmamıştı. Kaldığımız eve dönmek için Ebu Ömer’in kullandığı arabaya tekrar bindik. Biraz ilerledikten sonra onu tanıyan sokaklardaki çocuklar “Ebu Ömer, Ebu Ömer!” diye bağırmaya başladılar. Ebu Ömer keyifli bir şekilde arabayı durdurdu. Arabanın etrafı kısa bir süre içinde Afgan çocuklarla doldu. Ben ise Afgan çocukların Ebu Ömer’i bu denli sevmelerine şaşırmış bir şekilde olan biteni seyrediyordum. Ebu Ömer arabadan indi ve bir taraftan teker teker çocukları severken diğer taraftan da çocuklara çikolata dağıtmaya başladı. Demek ki Ebu Ömer çikolataları bu çocuklara dağıtmak için almıştı. Ebu Ömer’in, Türkiyeli bir mücahidin Afgan çocuklar tarafından bu denli sevilmesi ne yalan söyleyeyim beni gururlandırmıştı. Onun bu denli sevilmesinin asıl sebebi ise iyi bir savaşçı olmasından ziyade merhamet dolu bir kalbe sahip olmasıydı. Ebu Ömer’le geçirdiğim her vakit bu merhamet dolu kalbe daha yakından şahit oluyordum.
İngilizlerden kalma ateşli toplar
Bir haftaya yakın kaldığımız evde bir gece daha geçirdikten sonra sabahleyin dağlara doğru tekrar yola koyulduk. Ben, bana refakat eden Numan ve Ebu Ömer aynı arabadaydık. Türkiye’den savaşmak için yeni gelen genç mücahidler de diğer arabadaydılar. Ebu Ömer bir taraftan arabayı kullanıyor diğer taraftan da bana bölgeyi tanıtıyordu. Hatta bir ara İngilizler’in Veziristan’ı işgal etmeye kalktıkları dönemde kullandıkları ateşleri topları bile gösterdi. O da Vezirilerin özgürlük aşkına, bağımsızlık tutkusuna hayrandı. Ayrıca Âlem-i İslam’ın, dünya Müslümanlarının Vezirileri daha yakından tanımasını istiyordu.
Bu arada yolda zaman zaman duruyorduk ve Ebu Ömer Türkiye’den savaşmak için gelen gençleri dağlardaki farklı kamplara dağıtıyordu. Bu kampların hepsi Ebu Ömer’e bağlıydı. Kampların kimileri ormanların içindeki 2-3 çadırdan, kimileri de 10-15 kişinin bir arada kaldığı evlerden oluşuyordu. Bu kamplarda eğitim gören mücahidler daha sonra dağları aşıp Afganistan’a girerek NATO’ya bağlı askeri üstlere saldırıyor, Batı’dan gelen Amerikan ve İngiliz askerleriyle savaşıyorlardı.
Terör listesi hazırlayan azılı teröristler
Ebu Ömer beni de dağlardaki kendine bağlı kamplardan birine bıraktı. Burada bir süre kaldıktan sonra mücahidlerle birlikte cepheye çıkabileceğimi, hatta çatışmaları görüntüleyebileceğimi söyledi. Ayrıca ben burada kalırken Afganistan’da yapacağım röportajlar için de randevu alınacaktı. Ebu Ömer’e görüşmek için bazı isimler vermiştim. Özellikle de Afganistan’daki direnişi yöneten en önemli isimlerden biri olan Molla Dadullah’la görüşmek istiyordum. Molla Dadullah Molla Ömer’den sonra Taliban’da ikinci isimdi. Ayrıca ABD’nin en tehlikeli teröristler listesinin en üst sıralarındaydı. Ben ise ABD’nin hazırladığı bu terör listelerinden oldum olası hoşlanmıyordum. Sahi kim, neye göre teröristti? Gerçek teröristler dünyanın öbür ucundan gelip Afganistan’ı işgal edenler miydi, yoksa ülkelerini işgal edenlere karşı evlerini, topraklarını korumaya çalışanlar mı? Gerçek teröristler insansız savaş uçaklarıyla çoluk çocuk demeden insanları katledenler miydi, yoksa ellerindeki kıt imkânlarla canlarını korumaya çalışanlar mı? Dünya öyle bir hale gelmişti ki terör listelerini bile dünyanın en azılı teröristleri hazırlıyordu.
Adem Özköse'ın Yazısı.