İbrahim Adıyaman

“Fashion: I’m Fashion, your sister.

Death: My sister`

Fashion: Yes. Don’t you remember that we are both Caducity’s daughters`”1

Bay Mostro söylediklerinin ne kadar bilincindeydi, bilmiyorum. Buna benzer bir diyaloğu ben, bir hastanenin eksi üçüncü katında, siyah bir poşeti elime iliştirdiklerinde, zamanın çok dışında bir ışık hüzmesi şeklinde yaşadım. Kulpaltı camları buğulu, birer ikişer günlük misafirleriyle kalın sac vücutları daha bir soğumuş onlarca iri çekmece üzerime kapaklanmadan hemen önce... Milim intizam istiflenmiş sandukalarla dolu; dünyanın bu kadar içinde, dünyadan bu kadar uzak o yerde. El ayalarım bir petrol artığını anımsamakla meşgul, donup kaldım. O an soru sormanın bin bir halinin belli belirsiz cevap kıymıklarıyla etime nüfuz ettiğini en ücra köşelerime dek hissettim. Her biri olanca kuvvetiyle büyük bir hakikati sırtladığının teşhirinde fakat aynı dirençle o tek harflik -belki harfsiz ve sessiz- o büyük sırrın muhafazasındaydı. Ta ki sâlik virdini -yahut avamcasıyla söyleyelim- er kişi yüz görümlüğünü tamam etsin!

Yarı uyanık bir Karagöz başı gibi kökünden koparılıp atılmış bir bacak, bize ne anlatır? Çok uçuk sarıya çalan soluk benzi, çürümeye dönmüş parma kucları, nefessizlikten baş eğmiş deri tüyleri ve perderpey yitirdiği naif geometrisiyle; Bay Anterior, Bay Quatriceps, Bay Hamstrings ve Bay Calves... Bu son hallerinin dilsizliğiyle bize ne söyler? Daha dün, fazla sayılabilecek yaşına ve tüm yorgunluğuna rağmen; yalnız bu son akşamlarını şen bir hâne hayaliyle diriltmek için nice anızlık ovalar, çakalizi patikalar, sünük asfaltlar, oruçyiyenler kateden; şimdi santim hareketsiz boylu boyunca uzanan, ses ve tepkiden bihaber o ‘şey’, ne zayeder de bir rütbe tenziliyle ‘şey’e gerileyiverir? Girift. Ama bir o kadar da berrak her şey. İki deniz yüz yüze gelir çarpışır, çarpışır, söylenecek her şey son vurgusuna dek haykırılır ve fakat - şaşılacak iş- ortada iki ayrı yüzüyle sahipsiz bir madalyon kalır. Onlarca sinir ucu, kas kümeleri, irili ufaklı metrelerce damar ile muazzam bir hesabın gösterini olan bir organ; bütünden kopmuş, öz çekilip gitmiş, köksüz ve ikbalsiz, hiçliğin o ilk günden beri hiç değişmeyen ezgisini, yalnız duymayı bilen kulaklar için tazeler. Beyaz mermer, beyaz duvar, beyaz ışık, beyaz masa, beyaz örtü, hepsinden daha beyaz kauçuk ayaklıklar... Velhasıl beyaz olan her şey; körlükte ve sağırlıkta direten kişioğlu için aynı ezgiye, mağrur bir apaçıklıkla eşlik eder. Tabii menzilden çıkmış sahibini es geçen her veciz gibi gökkubbede kendisine uygun görülen bir yerde, asılır vaziyette.

Hayır, “değirmen” artık bir imge olarak tutukluk yapıyor.

Bu fena, bir karadelik gibi durmaksızın, bir insan gözünün görüp görebileceği en büyük iştahla duraksız ve nefessiz her şeyi içiyor. Meçhul bir denizin derinlerinden getirilip, işlenmiş suni derilere hapsedilen kum taneleri, yağı gelmiş kara bantlar, büyük boy aynaları, cam vitrinler, laklanmış kalantorişi pazar poşetleri, bin bir surat arabalar ve daha nicesiyle ‘geçen zaman’; gün olur bir şeyler bir şeyleri tetikler, yelkovan tüm belirleyiciliğiyle donar kalır ve büyük bir patlamayla hükmünü yitirir. O kalın perde, ozanların binlerce yıldır büyülü sözlerle anlattığı gibi değil, tam aksine bir daha asla kapanmamak üzere, tüm giziyle yekhamle açılıverir.

Son soru: Tam üç yüz kılıç darbesinden geriye ne kalır?


GENÇ'ın Yazısı.