Turgay Bakırtaş

Fotoğraf, doğası gereği bir ânı olduğu gibi dondurur. “Gerçeği” en çıplak haliyle önümüze serer. İyi bir fotoğraf sayfalarca yazıdan, “mükemmel” bir fotoğraf ise aylar süren propagandadan daha işlevsel ve tesirli olabilir.

Önce Facebook’un, ardından da Twitter’ın tahmin edilenin ötesinde bir gündem oluşturma gücüne kavuşmasıyla birlikte, “sosyal medya” dediğimiz olgunun karanlık yüzüyle tanıştık. Başta Uzak Doğuluların yenmek için çok mücadele ettiği internet/oyun bağımlılığından farklı, kişileri değil, doğrudan toplumu etkileyen bir tehlike sosyal medya aracılığıyla kapımıza dayandı: Hakikat ile yalanın birbirine karışması.

İlk yıllarında internet için en çok kullanılan tanımlardan biri, onun sayesinde “sınırsız” bilgiye “mekândan” bağımsız olarak “süratle” ulaşacağımızdı. Şüphesiz bu tanım doğruydu. Ancak ulaşılan bilginin mahiyeti ve yeterliliğinden bahsedilmiyordu. Sınırsız ama güvenilir mi sorusu sorulmamıştı.

İnternetin yaygınlaşması ve genişlemesiyle birlikte ciddi sorunlar ortaya çıktı. Hakikat ile yalanın, doğru ile yanlışın aralarındaki sınırın belirsizleşmesi; gerçek bilgiye ulaşmak için basit bir Google aramasından çok daha fazlasına ihtiyaç duyulması bu sorunların ilkiydi. Bu yeni bir problem değildi elbette; güvenilirlik geleneksel basının da birinci sorunuydu. Fakat internet bunu ortadan kaldırmayı, hiç değilse azaltmayı vaat ediyordu. İkinci sorun, hayatın her alanına nüfuz eden internetin birey psikolojisi ve sosyalleşme üzerindeki olumsuz etkileriydi. Üçüncüsü ise etik sorunuydu. Yaşanan teknolojik gelişmelerin baş döndürücü bir hıza erişmesi sebebiyle genel bir “internet ahlakı” üzerinde konuşmaya, tartışmaya fırsat bulunamamıştı. Bir forumda veya sözlükte film yorumları okurken inancınıza ağır biçimde küfredenlerle karşılaşabiliyordunuz.

Sosyal medya kullanımında dünya lideriyiz

Bu sorunların hepsi ayrı ayrı onlarca yazıyı, araştırmayı, kitabı hak ediyor. Fakat ben çıkış noktası olan “bilgiye ulaşma” gayesine ters düştüğü ve toplumu yadsınamaz biçimde etkilediği için yalanın alenileşmesi sorunu ile fotoğrafın bundaki rolüne eğilmeye çalışacağım.

Türkiye’nin sosyal medya kullanım oranında dünyada bir numara olması, yukarıda zikrettiğim sorunların olası zararlarına en fazla bizim maruz kaldığımızın işareti sayılabilir (Google verilerine göre Türkiye’deki 36 milyon internet kullanıcısının yüzde 92’si düzenli olarak sosyal medya kullanıyor). Bunu günlük hayatımızda sıklıkla hissediyoruz zaten. Adı sanı belli olmayan (veya belli olup da arsızlıkta çığır açan) hesapların Twitter ve Facebook üzerinden yaydığı dezenformasyonun ülke gündeminin yoğun ve gergin olduğu zamanlarda tavan yaptığına, insanları daha da gerdiğine sürekli şahit oluyoruz.

Mevzubahis dezenformasyon iki yöntemle yapılıyor. Birincisi insanoğlunun en eski, kadim günahı: Yalan söylemek. Gerçeğin ortaya çıkmasının zaman alacağı ya da güvenilir şahitlerin bulunmadığı durumlarda bu yalanlar çığ gibi büyüyerek toplumda infial uyandırabiliyor. Hatta bazıları, yalan oldukları defalarca ispat edildiği halde ideolojik sebeplerle gerçekmiş gibi yaşatılmaya devam ediliyor. Yine de ikinci yöntem olan “manipülatif fotoğraf” kadar etkili olduğu söylenemez.

Her fotoğraf yazıya ihtiyaç duyar

Fotoğraf, doğası gereği bir ânı olduğu gibi dondurur. “Gerçeği” en çıplak haliyle önümüze serer. İyi bir fotoğraf sayfalarca yazıdan, “mükemmel” bir fotoğraf ise aylar süren propagandadan daha işlevsel ve tesirli olabilir. Ama her şeye rağmen her fotoğraf yazıya muhtaçtır. Zira kadrajın kapsamadığı bölgede ne olup bittiğini, fotoğrafçının bütünden hangi parçayı aldığını asla bilemezsiniz. “Ne zaman, nerede ve hangi şartlar altında çekildi, kim çekti, fotoğrafı çekilen kim” gibi soruların cevabını yazı karşılar. Ama nasıl?

Ağrıyı yok etmek için ağrı kesicinin, kitleleri etkilemek için manipülasyonun dozu yükseltiliyor. Daha kanlı, daha vahşi fotoğraflara, daha profesyonel ve sarsıcı yalanlara yönelmek durumunda kalıyorlar.

Sayısız örnek var önümüzde, tek tek yazmaya kalksak sayfalar yetmez. Ama en meşhurlarından biriyle başlayalım: İki tane uzun sakallı ve şalvarlı adamın arasında dönemin başbakanının oğlu duruyor. Bir yemek masasındalar ve gülüyorlar. Sakallı adamları tanımıyoruz. Bu fotoğrafın altına “Amcalarıyla buluştu” yazılsa inanırız. “Filanca tarikatın mensuplarıyla yemek yedi” dense inanırız. “Yemek yediği mekânda sevenlerinin fotoğraf ricasını kırmadı” yazılsa gene inanırız. Fakat bunların yerine şöyle bir açıklama yapılıyor: “Başbakan’ın oğlu terörist liderlerle görüntülendi”. Verdiğim örneklerin hiçbiri gerçek olmamasına rağmen içlerinden en fazla zarar verecek, ortalığı en çok karıştıracak olan seçiliyor ve dolaşıma sokuluyor. Fotoğrafın gerçek olması, gerçeğin de iddia edilen gibi olduğunu kabul etmemizi kolaylaştırıyor. Ve tüm bunlar o kadar hızlı cereyan ediyor ki fotoğrafta yer alan sakallı adamların aslında kebapçılık yapan iki kardeş olduğunu öğrenmenin hiçbir önemi kalmıyor. “Ne olmuş canım, bu gerçek olmasa da teröristlerle görüştüklerini bilmiyor muyuz sanki” pişkinlikleri havada uçuşuyor.

“Faşistler hesap verecek!”

Yıkıntılar arasında, kanlar içinde yerde yatan bir çocuk fotoğrafını ele alalım. Manzara o kadar vurucu ki ne olduğunu deli gibi merak ediyorsunuz. Bu çocuk kim? Başına ne geldi? Eğer kötü birilerinin işiyse lanet okuyacaksınız, belki daha farklı tepkiler göstereceksiniz. Zihniniz buna hazırlanmış durumda. Açıklamayı okuyorsunuz, “Faşist polis bunun hesabını verecek!” Demek ki polis feci bir şey yapmış ve çocuğun ölümüne neden olmuş. Geçmişte de olmadı mı? “Bunlardan” zaten her şey beklenmez mi? Fotoğraf dakikalar içinde on binlerce kişiye ulaşıyor ve toplumun bir kesimi derhal koyu bir nefrete bürünüyor. Çünkü zaten buna hazır vaziyetteler. O arada birileri çıkıp, “Yahu bu fotoğraf geçen yıl filan ülkedeki doğalgaz patlamasından sonra çekildi” diyor ama nafile. Küfürler çoktan edilmiş, yumruklar çoktan sıkılmış. Hemen ardından da yeni bir pişkinlik dalgası yayılmış: “Aman canım, fotoğraf eskiyse eski, sanki bizim çocukların başına gelenler bundan farklı mı?”

Duyguları tetikleme hususunda müthiş etkili olan fotoğrafın kötü niyetle kullanılmasındaki tek tehlike bu değil. Sahtekârlıkla mücadele etmenin yol açtığı vakit ve enerji kaybı, insanları hakikatle buluşturacak alternatif bilgi kaynaklarının oluşumuna, varsalar da büyümesine mani oluyor. Birileri karanlık bir odadaki tek mumu söndürmeye çalışırken yeni mumlar yakmak yerine fitile üfleyen kişiye engel olmaya çalışıyorsunuz. İlaveten, bu durum halis bir niyetle çekilen sahici fotoğraflara da bir süre sonra şüpheyle yaklaşılmasına yol açıyor. Fotoğraf gerçek, bilgi gerçek ama sütten ağzınız o kadar yanmış ki yoğurdun yanına bile yaklaşmıyorsunuz.

Devamı da var. Tıpkı sürekli ağrı kesici kullanan kişinin ağrı eşiğinin düşmesi gibi, vicdanı bu türden fotoğraflarla harekete geçen kişinin de insanlık eşiği düşüyor. Ağrıyı yok etmek için ağrı kesicinin, kitleleri etkilemek için manipülasyonun dozu yükseltiliyor. Daha kanlı, daha vahşi fotoğraflara, daha profesyonel ve sarsıcı yalanlara yönelmek durumunda kalıyorlar.

İnterneti kontrol altına alabilmemiz, ona yön verebilmemiz, fitne çıkarıcıları tespit edip durdurabilmemiz neredeyse imkânsız olduğuna göre geriye yapacak tek bir şey kalıyor: Herkese güven verecek, “fotoğraf yoksa inanmam” dedirtmeyecek, tam manasıyla bağımsız haber kaynakları oluşturmak. Kamplaşmanın, ideolojik önyargıların cirit attığı bir ortamda bunu yapmak gerçekten çok zor. Ama inanın bir hayal değil.


GENÇ'ın Yazısı.