Pirgi’ye düşüyor yolum, boyalı köye. Evlerin cephesi siyah beyaz geometrik desenlerle bezeli, begonviller tırmanmış duvarlara, parmaklıklarda kurumayı bekleyen kırmızı domatesler asılı. Kızgın güneş yumuşayarak süzülüyor sokaklara.

Toprak her mevsim farklı kokar. Kışın serin, ıslak ve yalın, sadece kendi kokusu yayılır etrafa oysa böyle sıcak yaz günlerinde, baharda besleyip büyüttüğü kekiğin, lavantanın rayihası havaya karışıp saklar, sarmalar toprağın kendine has doğallığını ama yok edemez. Toprak hayatı, doğumu, yeşermeyi hatırlatır bana; oysa ölüme yaşamdan daha yakındır.

Güvercinleri var bu adanın, çocukların kanat seslerine koştuğu taklalar atan kuşları. Gagalarında zeytin dalı yok. Nuh’un gemisine dönmüyorlar. Balıkçının attığı kırıntıları toplayıp kocaman yolcu gemilerinin üstünden uçuyorlar. Merdivenlerden sıra sıra inen turistler görmüyor onları, kimse bir parça ekmek atmıyor. Sadece çocuklar dondurmalarını uzatıyor gökyüzüne.

Vatanından koparılan bu ada ezansız, şalvarlı köylüsü, mis kokan tarhanası olmayan bir Yunanlı. Avrupa’yı anımsatan binaların, kırmızı kubbeli kilisenin arkasında yükselen minare ise hâlâ benim. Fotoğraf makinamı kaptığım gibi fırladım sokağa, ara sokaklarda bilerek kayboldum. Cemaate dağıtmak için susamsız simit aldım köşedeki pastaneden ama demir parmaklıklar kilitliydi. Minaresini yıkmaya kıyamayan Yunanlı mahkum etmişti camiyi. Namazsız, ezansız mahzun kalakalmıştı; oysa mimar binanın alnına Sultan Abdülmecid’in tuğrasını ve hizmetlerini öven kitabeyi ne kadar da özenerek yerleştirmişti. Bayram sabahı karşı kıyıdan tekbirler yükselirken sessizdi camii, yine de onu öyle yalnız başına bırakmaya gönlüm elvermedi. Duvarın dibine oturup birkaç tekbir fısıldadım parmaklıklar arasından. Biliyordum içinde kıyamet de kopsa, müzeye çevrilip bir ayete hasret de kalsa besmeleyle konan her tuğlası sonsuza kadar secde edecekti.

Mecidiye Camii’nin karşısında asırlık çınarın hemen altında pembe beyaz bir Osmanlı çeşmesi var. Ara sokaklara saklanan meyve  kabartmalı bir başkası daha ve arayıp bulduğum birkaç sarıklı mezar taşı ama kimse ziyarete gelmiyor onları. Fotoğrafları denize doğru uzanan değirmenler, köy manzaraları, dalgalara koşan çocuklar süslüyor.

Şehir uyanmadan çıkıyorum yola. Bin yaşına gelmiş Nea Moni Manastırı’na giderken virajlar sarhoş ediyor beni. Küçüklüğümden beri sevmem kıvrılarak ilerleyen zehirli yolları. Ben de arabadan inip selviler arasına saklanan Hz. Meryem’e adanmış bu mabede adım adım yaklaşıyorum. Savunma kulesi, kubbesi ve yüksek duvarlarıyla dikiliyor karşımda. Henüz uyanmamış kimse, kapıları kapalı, çam kozalaklarında kuşlar dolanıyor.

Pirgi’ye düşüyor yolum, boyalı köye. Evlerin cephesi siyah beyaz geometrik desenlerle bezeli, begonviller tırmanmış duvarlara, parmaklıklarda kurumayı bekleyen kırmızı domatesler asılı. Kızgın güneş yumuşayarak süzülüyor sokaklara. Tığ işliyor, börülce ayıklayıp dedikodu yapıyor Rum kadınlar. Kumaş pantolonlu adamlar başlarında kasket, ellerinde Yunan kahvesi kimliğine bürünen bildiğin Türk kahvesi meydana dizilmiş. Şöyle baştan aşağı yavaş yavaş süzüp “Merhaba” diyorlar gelip geçene. Küçük bir kız yol gösteriyor bana. Dondurma alıp uzattığım da sıcacık sarılıyor. Onlarca gülücük atarken Avrupalı olamayacak kadar cana yakın, Türk kanı karışmış, Anadolu’nun saflığı var bu topraklarda. Gezgin manavdan ajur alıp meydan çeşmesinde yıkıyorum. Kıtır kıtır yerken iki yaşlı kadın parmaklarıyla beni gösterip gülüyor.

Kiraladığımız arabayla orta Çağ’dan kalma Mesta’yı ve pek çok köyü dolaştık. Deniz ayaklarımı ıslatırken kahvemi yudumladım ipe dizilip kurutulan ahtapotların, denizden çıkan her türlü balığın tadına bakıp adanın zeytin yağına ekmek bandım. Limon çiçeği reçelini en sona saklayıp güneşin ilk ışıkları suyu dalgalandırmadan, balıklar uyurken demir alıp başka bir adaya doğru yola çıktığımda birkaç güvercin takip etti beni.


Hande Berra'ın Yazısı.