Keltler özgürlük için yüzyıllarca savaştı. Vikinglerle, Normanlarla ve Protestanlığı zorbaca kabul ettirmeye çalışan İngilizlerle. Milyonlarca insanın ölmesine sebep olansa aşktı, tutkulu bir kralın sırtını dönemediği aşk. Erkek evladın vazgeçilmez olduğu devirlerde ne kral ne de kraliçe olmak yeterliydi. “Ben kilisenin başıyım.” dedi VIII. Henry. Dinini değiştirip Boleyn kızıyla evlendiğinde bir gün sevgilisini celladın ellerine teslim edeceğini asla ama asla düşünmemişti. O sadece aşkı arayan taçlı bir adamdı.

Yüzyıllarca Protestanlığa boyun eğmedi İrlanda, din duvarlar arkasında yaşandı. Gardırobun kapısını açıp küçük şapele huşuyla girdi genç kadın. Elleri korkudan titreyerek Meryem Ana’nın önünde diz çöktü. Kraliçeye rağmen Katolik’ti ve bunu ne en yakın arkadaşına ne de sevdiği gence söyleyebilmişti. İrlanda’da yaşayan onlarcası, binlercesi gibi saklamıştı dinini.

Bugün hâlâ Katolik İrlanda. 1592’de, İngilizler tarafından İrlandalıları “medenileştirmek” için kurulan Protestan okulu Trinity College’in öğrencileri de Katolik. Üniversitenin bahçesini gezdikten sonra yayalara ayrılan Grafton Caddesi’nde sokak sanatçılarının gösterilerini izleyip köprülerin, katedrallerin yanından geçerek -ki ülke Katolik olmasına rağmen bir tane bile Katolik katedral yok- bu şehirde İslamî eserler müzesine gidiyorum. Dublin kalesinin duvarına dayanmış binada padişah Kur’ân’ları, dua kitapları var. Ekranda Kâbe’yi tavaf eden hacılar, çölde secdeye varan bir bedevi. Karşı duvarda bir Tevrat, başka bir ekranda papaz tütsüyü sallıyor. Beyaz entarisiyle vaftiz oluyor genç bir adam ve İsa için ilahi söylüyor kilise korosu. Üç din bir çatı altında toplanmış. Minyatürler, Şeyhnameler, elyazması pek çok kitap sıralanmış, Tevratlar umursamaz, sayfaları açık Kur’ân ağlıyor. Açık sayfayı okuyorum gözlerim yaşlı. Genç bir turist dalga geçiyor secdeye kapanan bedeviyle.

Ve yeniden güneş doğduğunda Oscar Wild’in heykeliyle el sıkışıp cümlelerinde kayboldum. İrlanda’nın dili silinmişti dimağlardan. Bir zamanlar Katoliklere ata binmeyi, ev sahibi olmayı, oy kullanmayı yasaklayan İngilizlerin kelimeleriydi dillerden dökülen. İngiltere sadece Hindistan’ın cevherini, Afrika’nın bereketini sömürmedi. Vatanım dediği toprağı mezhep ayrılığı yüzünden yaktı yıktı. Çiftçinin elindeki avucundakini alıp aç bıraktı. Tek gıdaları olan patates kıtlığı baş gösterip nüfusun yarısı öldü. Osmanlı Devleti tarafından yapılmak istenen yardımın sadece onda birine izin verdi Saygın Kraliçe. Sultan Abdülmecid ise siyasi gerilimi ve ulaşım güçlüklerini göze alarak 4.000 kilometre uzaklıktaki fakir bir ülkeye tahıl yüklü gemiler gönderdi. Ne tarih ne de İrlanda unutmadı onu. Lozan’da Avrupalı delegeler aç kurtlar gibi ülkemizi parçalarken müzakere masasında sadece İrlanda lehimize parmak kaldırıyordu.

Malahide Castle sekiz yüz yıllık bir aile şatosu. Kışın hayvanları şatonun içine almak 15. yüzyılın ısınma yöntemiydi ve ahırın üst katı oturma odası olarak kullanılır, aile hep birlikte bütün geceyi burada geçirirdi. Kartal ve meyve salkımlarıyla süslü duvarların gizli geçitlere açıldığı tahmin edilse de hiçbir tarihçi ortaçağdan kalma süslemelere zarar vermeyi göze alıp duvarın arkasına bakmadı. Şatonun 18. yüzyılda eklenen bölümlerine geçmek zamanda yolculuk gibi. “Güç ve Sadakat” Bu iki söz kazınmış armalarına. Her İrlanda şatosunun olduğu gibi buranın da bir hayaleti vardı.

Ve güneş bıkmadan bir daha doğduğunda şehirden uzağa, Giza piramitlerinden daha yaşlı, belki de daha gizemli bir tepeye, Neolitik Newgrange tümülüslerine, Kuzey Avrupa’da bulunan dünyanın en eski binalarına doğru yola çıktım. Beş iskeleti karnında taşıyan bu tepe, rüzgârı duvarlarında hisseden bir mezar mı, yoksa tapınağın son rahiplerine ev sahipliği yapan kutsal bir mekan mı? Bilinmese de dört bin yıl tarih yıkmamış, toprak ana saklamıştı onu.

Bulutlara değen İrlanda, şatolar ülkesi olmasına rağmen publarıyla meşhur. Oysa piramitlerden eski tümülüsler, denizden yükselen kaya duvarlar, şatolarda gezinen hayaletler ve duvarlar arkasına saklanmış gizemli şapeller onun buğulu yüzü. Bu diyara boşuna Avrupa’nın yeşil çatısı denmemiş dört - beş milyon nüfusa sahip bu ülkede tam yedi milyon büyükbaş hayvan var. Kuzeye çıktıkça bulutlar toprağa, ağaçlar da gökyüzüne yaklaşıyor, kuşlar şikâyetçi değil yeryüzüne yakın yaşamaktan, uçurtmalar üzgün.


Hande Berra'ın Yazısı.