Sorusu olan iddiası olandır. Sorusu olan, açtır, tatmin olamamıştır; potansiyelinin, çeperinin sınırına doğru gidecek yolu vardır ki onu talep eder.

Diyorsun ki: “Arıyorum, seçeneklerin çokluğu kafamı karıştırıyor, kim haklı kim haksız kestiremiyorum, o yüzden nereye nasıl yöneleceğimi bir türlü tayin edemiyorum.”

Derim ki: “Sen bir tanesin, ama hikâyen öyle değil, emin olabilirsin. Ama madem ki arıyorsun, bulacaksın. Değil mi ki soruyorsun, artık hikâyeni eşsiz kılma yoluna girmişsin.”

Senin neslin dünyanın kendisi etrafında döndüğüne inanarak büyüdü. Bu hem doğrudur hem de değildir. Doğrudur, çünkü biriciksin. Başrolde oynadığın bir sahnedesin. Her şey ve herkes senin oyununda dekor ya da figürandır. Yanlıştır, çünkü herkes tıpkı senin gibi biriciktir. Herkes oyununda başroldedir ve oyunu ile meşguldür. Kimi görsen başrolde olduğuna şahitlik edebileceğin ve bu yüzden yanlış sayılmayacağın bu dünya sahnesinde kimin haklı kimin haksız olduğunu araştırmaktan daha çok bu muhteşem ötesi kurguyu öncekilerin ve sonrakilerin de dâhil olduğu bir zenginlikte önümüze koyanı tefekkür etmek daha önemlidir. O yüzden sana ilk olarak idraki, sonra hayreti tavsiye edeceğim.

Bir çocuk saflığında her şeyi ilk defa görüyormuş, ilk defa tadıyormuş ve ilk defa anlıyormuş gibi yaşa güzel kardeşim. Tefekkürün hayret vadisinde filizlensin. Bunun için oku, araştır ve hiç doyma. Makro âlemden mikro âleme uzanan artı ve eksi sonsuzun arasında tam da sıfır noktasında bulunduğunu ve hayatın da zaten bunu idrakten ibaret olduğunu asla unutma! Şu kadar trilyon galaksi ve yıldızın aklı müflis bırakan büyüklüğü karşısında bunlar ne ki diyerek Arş ile Kürsi’yi hatırına getir! Mikroorganizmaların sistemi karşısında da hayretin tavana vurmasın, esas hayata doğru yönelt nazarını ve hayranlığının ufkunu hayatın kurgusunda ara. Hayat, insanlar ve tarih kadar büyük ibret yoktur, bunu unutma!

Düşün ki bu kadar insanın başrolde olduğu muhteşem bir oyun sahneleniyor. Bu sahneyi, zaman zemininde kurgulayan ne muazzam bir Rab’dır! Kader denen kurguda insanların iradeleri, birbirleri ile temasları, gelmiş ve geçmiş ile irtibatları ve daha nice değişken acaba nasıl bir algoritma ile ortaya konmuştur? O algoritmayı hesaplamak bir tarafa, sınırlarına akıl erdirebilecek bir fani ya da fani yapısı makine yoksa ve idrak burada yaya kalmışsa acaba bize düşen nedir? Acaba o Rab, bu sahne ile ne murat etmiştir? Bütün bunlar boş değilse, boşa değilse dolu nedir, nedendir?

Şu muazzam sahnede daha da önemli olan şudur: Acaba O senin ne yapmanı istiyor, senden murat nedir? Hayattaki en faydalı iş, işte bunu aramak ve bulmaktır kardeşim. Bunu bulan her şeyi bulmuş, bunu bulamayan boş işlerle avunmuştur. Bir niyetin olacaksa buna niyet et. Esas sorunun ve sorgulamanın bu olduğunu, bu soruyu senden başka kimsenin senin adına cevaplamayacağını bil! Samimiyet ve dürüstlükle bu niyeti hayatının mihveri yap ve ısrarla hangi suyun sakası olduğunu sor! Sormaya ve sorgulamaya başladığın vakit aslında muradına giden yola girdiğini asla unutma! Ve sormanın, sorgulamanın esas işin olduğunu, çünkü bizatihi kendinin, var oluşunun, hilkat gayenin sorgulamak olduğunu bir an bile unutma. İşimiz soru sormaktır, çünkü bizatihi biz soruyuz.

Biz soruyuz, çünkü bizi gönderenin bulmamızı istediği bir cevap için geldik. O cevap hayatımızın gayesidir. Derdimiz kendi cevabımızı bulmaktır. Bunu sormadan, sorgulamadan yapamayız. Soruyu ancak derdi olan, isteği olan, gayesi olan sorar. Soru, aklın azığıdır, çünkü kendi olma idrakine erenin, sormaktan başka bir çaresi yoktur.

Sor; neden geldin? Sor; nereye gideceksin? Sor; ne ile ve niye meşgul olacaksın? Sor; bu kadar meşgalenin ve işin arasında senin için hazırlanmış olanı hangisidir? Sor; bunu bulmak için vaktimi nasıl kıymetlendirmeliyim? Her yerin cevapla kaynadığı bu dünyada bize soru lazım. Kaliteli, hedefi on ikiden vuran sorular lazım bize. Cevaplar zaten verilmiş, biz doğru soruları, doğru bir ton ve doğru bir zamanla sormakla mükellefiz. Ama aklımıza her geleni değil, aklımız ile kalbimizin buluştuğu yerden filizleneni… Akleden kalbin hayret vadisinden beslenerek elde ettiğini… Bunu sorarsan cevabını bulur, bizatihi soru iken cevabın ta kendisi olursun.

Soru sormaktan, sorgulamaktan hiç çekinme, bil ki biz soru sormak, sorgulamak için varız, çünkü biz esas soru olarak geldik. Biz soruyuz, cevabımız Hak’tır. Sorusunu, yani kendisini fark edip, sorma ve sorgulama cesareti gösterenlere ne mutlu!

Soran ve sorgulayan yaradılışının gayesinin peşine düşmüş demektir. Peşine düştüğümüzü takip etmemiz gerekir. Takip ise zor iştir; yolun şartları takip edilenin gözden kaçmasına neden olabilir. İşte sormak ve sorgulamak, bizim neden ve neye doğru yol aldığımızı tekrar hatırlamamıza vesile olur ve tabiri caizse rotayı hep istikametinde tutar. Doğru soru sarsar, kendine getirir. O bizi kendisine doğru yol alalım, O’nu bilelim ve muhabbetine erelim diye gönderdi. Bunu yaparken kimilerine de ruhsat verdi ki onlar bizi yolumuzdan alıkoymak isterler. Dolayısıyla yol çetrefil, zor ve engebelidir. Düşman pusudadır. Rotayı şaşırmamak, yitirmemek sürekli teyakkuz halinde olmayı gerektirir. Teyakkuz, sormak ve sorgulamaktadır.

Sorgulamak kötü değil iyi bir şeydir. Hatta bir Kur’an üslubudur. Misal, şu ayette sorgulamak hem yöntemdir, hem de emir: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?”

Kur’an’da sadece bu ayet değil, birçok soru örneği vardır. Öyle sorular vardır ki bizi alır, tam da yüreğimizden yakalar: “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?” Öyle sorular vardır ki sarsar, hatta yakar: “Ey insan, seni kerim olan Rabbine karşı aldatan nedir?” Öyle sorular ki içimizi bahara salar, bahar kılar: “Kuluna Allah kâfi değil midir?” Öyle sorular ki zihni de nefsi de hizaya sokar: “Peki yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip yenileyen kimdir? Ve kimdir sizi yerden ve gökten rızıklandıran? Allah’la beraber başka bir ilah mı var, öyle mi?” Bu sorular bize soru sormak gerektiğini öğretmekle kalmaz, nasıl sorulacağını da gösterir.

Sorgulamak, şeytana ait, şeytani bir iş gibi gösterilmiş, örnek olarak da “Beni ateşten, onu topraktan yarattın” demesi gösterilmiştir. Hâlbuki ilk sorgulamayı “Yeryüzünde kan dökecek ve bozgunculuk çıkaracak birisini mi halife kılacaksın?” diyerek melekler yapmıştır. Soru sormak, sorgulamak bir melek fillidir ve bize vaat edilen yere ulaşmanın, bizi saran tehlikelerden kurtulmanın yegâne yoludur. Soru, sahabenin de mesleğidir. Onların haklarındaki muradı anlamak kastı ve gayesi ile sordukları, o zamanı aşan sorular bize dinimizi öğreten, kendi cevabımızı bulmamıza yardımcı olan ebedi fenerlerdir. O yüzden sormaktan korkma, esas soru soramaz şekilde uyuşmaktan ve sorgulayamaz şekilde mecalsiz kalmaktan kork.

Sorusu olan iddiası olandır. Sorusu olan, açtır, tatmin olamamıştır; potansiyelinin, çeperinin sınırına doğru gidecek yolu vardır ki onu talep eder. Bir çeperimiz var. Henüz sınırına varamadıysak oraya varmakla mükellefiz. Bunu ancak sorarak yapacağız. Sormadan yol da açılmaz, delil de bulunmaz, refik de… Soran dağ aşar, sormayan düz yolda şaşar. Soran muradına erer, çünkü soru ile muradına yöneldiğini izhar eder. Samimiyetle sorulan her sorunun cevabı bir şekilde ve bir yolla muhakkak verilir.

Hz. İbrahim güneşe bakıp “Acaba bu mu benim Rabbim” diye sorduğunda bu samimi ve içten sorunun cevabı o gün akşam olmadan gelmişti. Güneş sararmış, kızarmış ve batmaya başlamıştı. Bu, içten sorulan o soruya verilmiş bir cevaptı çünkü soruyu soranın bir iddiası vardı; bu batış o iddia ile telif edilemez bir zayıflıktı. Soranın aradığı batamazdı, çünkü o batanları sevmezdi. Samimi soru hiçbir zaman havada kalmaz. O muhakkak hedefini bulacak bir oktur. Sen yeter ki onu doğru ve samimi bir şekilde hedefine yönelt ve “Attığın zaman sen atmadın, tam tersi Allah attı” sırrı ile gönder, Allah cevabını verecektir.

Soru sormaktan, sorgulamaktan hiç çekinme, bil ki biz soru sormak, sorgulamak için varız, çünkü biz esas soru olarak geldik. Biz soruyuz, cevabımız Hak’tır. Sorusunu, yani kendisini fark edip, sorma ve sorgulama cesareti gösterenlere ne mutlu!


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.