Zayıfların Güçlü Silahı: Boykot
Turgay Bakırtaş
Günümüzde de sıkça boykot çağrıları yapılıyor. Birçok kesim, üstesinden gelmeye gücünün yetmediği sorunları çözmek için önemli bir silah olarak gördüğü boykota sarılıyor. Ne var ki Türkiye’deki boykot hareketleri genellikle disiplinden ve kararlılıktan yoksun olduğu için uzun zamandan beri etkisiz birer slogan olmanın ötesine geçemiyor.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskısıyla ilan edilen II. Meşrutiyet’in birçok siyasal sonucundan biri de Osmanlı hükümranlığı altındaki bazı bölgelerin bağımsızlığını ilan etmesi, bazılarının da diğer devletler tarafından ilhak edilmesiydi. 93 Harbi ve diğer savaşlar dolayısıyla askeri yönden çok zayıflayan Osmanlı Devleti’nin bu gelişmeler karşısında uygulayabileceği yaptırımlar kısıtlıydı. Ancak özellikle Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıklayan Avusturya’ya karşı büyük bir öfke vardı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri, o dönemde dünyanın da yeni yeni tanıştığı bir kavram olan “boykot” fikrini ortaya attılar. Zira ithalatın %65’i Avusturya’dan sağlanıyordu ve Osmanlı, Avusturya sanayisinin en büyük müşterilerinden biriydi.
Boykot hareketi, gazetelerin de yardımıyla kısa sürede Osmanlı coğrafyasının tamamına yayıldı ve beklenmeyecek kadar büyük oranda sahiplenildi. Avusturya-Almanya-Macaristan menşeli ürünlerin tüketimi bıçak gibi kesildi, İstanbul’daki yabancı mağazalardan alışveriş durduruldu. Avusturya’daki şirket ve fabrikaların zararı kısa sürede 100 milyon frank’ı aşınca, 1909 senesinde Osmanlı ile masaya oturmak zorunda kaldılar.
1908’de cereyan eden bu hadise, günümüzde çokça tartışılan “boykot gerçekten işe yarıyor mu” sorusuna cevap vermesi açısından oldukça önemli. Ama bu tartışmaya girmeden önce, boykotu bir kavram olarak dünya literatürüne sokan olayın baş aktörü Charles Boycott’tan bahsedelim biraz.
Direnişle gelen zafer
Charles Boycott, 1880 senesinde başlayan İrlanda Toprak Savaşı sırasında Lord Erne’nin toprak kiralarını toplayan bir vekildi. Lord Erne, o yıl kötü hava şartları nedeniyle hasat yapamayan köylüye %10’luk bir indirim yapmıştı. Ancak köylüler bunun yeterli olmadığını söyleyerek %25’lik bir indirim talep ettiler. Lord Erne bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Charles Boycott paraları kuruşu kuruşuna topladı ve 11 kişinin kira sözleşmesini tek taraflı olarak feshedip topraklarını ellerinden aldı.
Bu olayın ardından dönemin toprak reformu savunucularından Charles Stewart Parnell, uğradıkları haksızlığa karşı halka bu insanlarla iletişimi kesmelerini ve onları toplumdan izole edecek biçimde yok saymalarını önerdi. Parnell’ın önerisi anında benimsenince önce Boycott’un tüm işçileri işi bıraktı, ardından tüccarlar onunla ticareti kesti, postacılar kendisine mektup götürmedi. Halkın organize ve sürekli tepkisi yüzünden sosyal hayatın dışına itilen Boycott, İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı ve böylece köylüler direnişlerinin karşılığında istedikleri indirimi aldılar. İrlanda’da vuku bulan bu olay, dünyanın geri kalanındaki halklara müthiş bir ilham verdi. Siyasi, askeri, kültürel ya da ekonomik güce sahip olamadığı için dişlerini sıkarak güçlüye boyun eğmek zorunda kalan topluluklar yepyeni bir umuda sahip oldular ve buna hemen her dilde “boykot” dendi. “Hedeflenen şahsı ya da kurumu dayatmasından, zulmünden, despotluğundan vazgeçirmeye dayalı eylemler bütünü” olarak tanımlayabileceğimiz boykot sayesinde bugüne dek oldukça önemli başarılar elde edildi. Halkın örgütlülüğüne dayandığından kırılması zor bir eylem olduğu için de uzun yıllar etkisinden bir şey kaybetmedi.
İçinde yaşadığımız dünya düzeni, boykotun “sadece belli zamanlarda gündeme gelen bir eylem” bağlamından kurtarılarak bir tavır, ideolojik ya da kültürel bir duruş haline getirilmesini mecbur kılıyor.
Etkisizleşen boykot
Esasında boykot, yapısı gereği “yeni” bir hareket biçimi değil; tarih boyunca birçok dönem ve coğrafyada uygulanmış. Ne var ki günümüzdeki bağlamından farklı olarak, çoğu kez “zayıfın güçlüye karşı savunma silahı” olarak değil “güçlünün zayıfı ezme aracı” olarak tezahür etmiş. Bunun en bilinen ve acı örneği, Risalet’in 7. yılında Mekkeli Müslümanlara karşı girişilen boykot hareketidir. Ebu Cehil ile Ebu Leheb’in başını çektiği ve tam üç yıl süren bu boykot sebebiyle Ebu Talip ve Hz. Hatice servetlerinin tamamını harcamışlar, yine de Müslümanların eziyet çekmesine mani olamamışlardır. Buna karşın, müşrikler yine de istediklerini (Hz. Muhammed’i (sav) tebliğden vazgeçirmek) elde edemediler.
Günümüzde de sıkça boykot çağrıları yapılıyor. Birçok kesim, üstesinden gelmeye gücünün yetmediği sorunları çözmek için önemli bir silah olarak gördüğü boykota sarılıyor. Ne var ki Türkiye’deki boykot hareketleri genellikle disiplinden ve kararlılıktan yoksun olduğu için uzun zamandan beri etkisiz birer slogan olmanın ötesine geçemiyor. Neyin boykot edileceğinin etraflıca araştırılmaması, boykotu organize edenlerin kendi ideolojik söylemlerini fazlasıyla öne çıkarmaları ya da boykotun gerçekçiliğine gölge düşürecek kadar uç eylemlerin teklif edilmesi gibi sebepler yüzünden birçok girişim sonuçsuz kalıyor. Bahsini ettiğim bu sebeplerden dolayı, toplumun belli bir kesiminde “boykotun işe yaramayan, gereksiz bir girişim olduğu” inancı doğdu. Bu kesim, tabana yayılması gereken her boykot hareketinin bir numaralı ihtiyacı olan moral desteğini köreltmekten başka bir iş yapmadı. “Canım ben kola içmeyince İsrail mi batacak”, “Abi bırakın ya üç beş kişi iPhone almazsa Amerika diz mi çökecek” gibisinden yüzeysel söylemlerle yayılan bu kötümserlik, boykot hareketlerinin amatörlüğünün de yardımıyla toplumda etkili bir protesto kültürü oluşmasına engel oldu.
Gücün farkına varmak
Hâlbuki mesele hiç de bu kötümserlik sahiplerinin zannettiği gibi değil. Eğer biraz eli yüzü düzgün bir boykot hareketinin planlayıcıları ya da destekçileri arasında olsaydılar, o “kola içmeme kararı alan iki kişinin” bile bir etkisi olduğunu, sadece imaj çalışmaları için yüz milyonlarca dolar harcayan firmaların boykotçularla derhal iletişime geçerek kendilerini savunmak zorunda kaldıklarını bilirlerdi. Geçen yıl yaşananları hatırlayın, İsrail’in Gazze’deki katliamlarının peşisıra başlayan (ve ne yazık ki bir kısmı yine amatörce olan) boykot hareketlerinin ardından dünya devi birçok marka aslında İsrail’le bir bağlantıları olmadığını açıklama derdine düştüler. Daha başlangıç aşamasında olan, topluma henüz çok kısıtlı biçimde nüfuz edebilmiş bir boykot bile bunu sağlayabiliyorsa, İrlandalıların 135 yıl önce yaptığı gibi bir hareketin neleri başarabileceğini düşünün.
İçinde yaşadığımız dünya düzeni, boykotun “sadece belli zamanlarda gündeme gelen bir eylem” bağlamından kurtarılarak bir tavır, ideolojik ya da kültürel bir duruş haline getirilmesini mecbur kılıyor. Belki bu sayede bireyi ölesiye yüceltmek suretiyle sosyal hareketleri nefessiz bırakan mekanizmaya kafa tutacak bir güce bile erişilebilir. Bunun için sokaklara dökülmeye, kapı kapı dolaşmaya gerek yok. Pizzayı “oradan” değil de “diğerinden” sipariş etmek, “o marka” deterjan yerine “şu marka” deterjan kullanmak ve -eğer mümkünse- bu tavrın altında yatan sebebi Boycott muadillerinin gözüne sokmak yeterli. Vaktiyle İrlandalılar böyle kazanmıştı. Aynısının bugün de yapılamaması için hiçbir neden yok.
GENÇ'ın Yazısı.