Gökyüzü Kumsalı
Avrupa’yı Uzak Doğu’ya taşıyan alışveriş merkezlerinde güneşe hasret yeni bir nesil yetişiyordu. Serin binalarda dolaşıp deri koltuklarda kahve yudumluyor, leziz yemeklerin tadına bakıyorlardı ama saçlarına değen rüzgâra hasrettiler. Güneş soluk tenlerine değmese de uzak diyarlarda çizilip tasarlanmış pahalı çantalar, mini etekler, uçarı ayakkabılarla renklendiler.
Gündüz vakti gök kararıp dalgalar kabardığında deniz karayı döver, üstünde ne var ne yoksa yutar. Karnında yaşayan canlılara yatak olur, can olur, ana olur. Pembe mercanlar, mavi balıklar, inci taşıyan istiridyeler yukarda kopan kızılca kıyametin farkına bile varmaz.
Sandalların çatırdadığı, yelkenlerin yırtıldığı bir günde Sumatralı bir prens uzaktaki adada mola verdi. Ne daha öncesinde ne de daha sonrasında aslan görülmeyen bu topraklarda kim bilir belki korkunun belki de fırtınanın oyunu, prens pençeleri gürz, bakışları şimşek, yelesi alev bir aslanın dolaştığını gördü. Adanın ismi o günden sonra “Singa” “Pura” (Aslan Şehir) olarak anıldı. Küçük balıkçı köyleri, balta girmemiş ormanları, rengarenk papağanlarıyla kimse tanımadı, duymadı bu adayı, ta ki zarif keten elbisesiyle Sir Stanfort Ruffles gelip Serbest Liman Ticareti için kandırıp ele geçirene kadar. Afyon ticareti bağımlılığı, İngilizler sömürgeciliği taşıdı adaya ve Japonlar tankların giremediği, ormanlarla kaplı toprakları bisikletle işgal ettiler. Yıllar geçti balıkçı kayıklarının yerini şilepler, tahta kulübelerin yerini gökdelenler aldı. Sondaki adanın artık bir kimliği ve bayrağı vardı. Adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış adını taşıyan beş beyaz yıldız kondu üstüne. Küçücük ülkede dil ve din mozaiği barış içinde yaşarken Çin Mahallesi’nde kırmızı fenerler yandı. Arap Sokağı’ndaki altın kubbeden lehçeli bir ezan yükseldiğinde Hint Bölgesi’nin renkleri, baharatların kokusu seyyahların başını döndürdü.
Bu ülkenin sokaklarını kirleten olmadığı gibi olur olmaz yerde durup trafiğin akışını altüst eden taksileri de yok. Ne kadar el etsem, ıslık çalsam taksiler durmadığı gibi bir de şaşkın şaşkın bana bakan yayalarla karşılaştım. Elimdeki boş su şişesi ağırlaştıkça ağırlaştı. Yasaklarına alışacak kadar kalmadım bu adada. Islandım. Bir anda başlayıp hiç yağmamış gibi kaybolan Muson yağmurlarında iliğime kemiğime kadar ıslandım. Şaşırdım. Nemli sıcak bir havada terden bunalmış hayvanat bahçesini gezerken buzda kayan penguenlere, beyaz kutup ayısının soğuk karlı küçük bir adada yaşamasına ve orkide bahçesinde ağaçlara sarılmış kökleri açıkta leopar desenli, mor puanlı çiçekleri kokladığımda şaşırdım.
Elli beşinci kattan dünyanın en yüksekteki havuzuna ayaklarımı sokup gökdelen ormanlarını seyrediyorum. Yemyeşil ağaçlar kayıp, deniz uzakta. Arabalar sıra sıra ilerleyen tırtılları, insanlar koşturan karıncaları, evler, dükkanlar çocukken oynadığım oyuncakları anımsatıyor bana. Bahar gelip tırtıllar okulun bahçesinde dolaşmaya başladı mı merakıma yenik düşer; günlerce kaşınmayı, annemin söylenmelerini, alacağım cezaları bir anda unutarak sıranın ortasından en şişman olanı elime alır, parmaklarımı sarı tozuyla boyamasına izin verirdim. Sonra da sıranın en önüne koyup liderliğe terfi ettirirdim onu. Üç gökdelenin üstüne kurulmuş gökyüzü kumsalından aşağı baktığımda ne yolların sonu görünüyordu ne de başı, arabaların bir lideri yoktu.
Prensin hayalini gerçekleştirmek için Merlion Heykeli: Ejderha Vücutlu Aslan, kükreyen ağzından göle su fışkırtırken turistler adanın tek aslanıyla resim çektirmek için yarışıyorlardı. Sentoza Adası’nda papağanları aldım omzuma, kısacık ömürlerinin farkına varmadan ağaçları süslüyordu kelebekler ve yağmurun neredeyse her gün yıkadığı palmiyeler, muz ağaçları, orkideler pırıl pırıldı.
Avrupa’yı Uzak Doğu’ya taşıyan alışveriş merkezlerinde güneşe hasret yeni bir nesil yetişiyordu. Serin binalarda dolaşıp deri koltuklarda kahve yudumluyor, leziz yemeklerin tadına bakıyorlardı ama saçlarına değen rüzgâra hasrettiler. Güneş soluk tenlerine değmese de uzak diyarlarda çizilip tasarlanmış pahalı çantalar, mini etekler, uçarı ayakkabılarla renklendiler. Oysa ben nefes alan, gürültülü, yerel pazarları severim. Aradıklarımı bulamasam, nemli havadan yapış yapış olup buz gibi sodamı limonsuz da içsem, ayaklarım tozlu, güneş gözümün içinde tezgahların arasında dolaşırım. Seyyar ızgaradan yükselen kokular çağırır ve ben şişleri saymadan bitirirken üstüme damlayan yağlar sokağın izini taşır.
Hande Berra'ın Yazısı.